Ankara Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Zaman ve Mekan
Temalar
Kurgu, Dil ve Anlatı Üslubu
Yakup Kadri'nin Diğer Eserleriyle Bağlantılar


Toplumsal mesajlar içeren bir roman olan Ankara, içinde geçtiği zaman ve mekandan bağımsız olarak düşünülemez. Romanın ana mekanının, aynı zamanda romana ismini vermesi, bunun temel kanıtı olarak gösterilebilir.
 
Üç bölümlük bir roman olan Ankara, her bölümde Ankara’nın farklı bir dönemini gösterir. İlk bölümde Milli Mücadele yılları, ikinci bölümde Cumhuriyet’in ilk yılları, son bölümde ise 1930’ların sonu ve 1940’ların başı konu alınır.  
 
Aşağıdaki tablodan, bu bölümlerin geçtiği dönemleri ve bunu nasıl anladığımızı görebilirsiniz.
 
Yukarıdaki haritadan, romanda adı geçen önemli yerleri daha detaylı olarak inceleyebilirsiniz
 
 
[1] s. 227


Milli Mücadele ruhu, yalnızca Kurtuluş Savaşı'nı anlatan ilk bölümde değil, tüm eser boyunca Ankara'nın merkezinde yer alır. 

1921 yılından 1940’lı yılların başına kadar, farklı dönemlerde Ankara’yı konu alan bu roman, bu çıkış noktası üzerinden çeşitli temalara değinir. Neredeyse tamamı toplumsal konular olan bu temalar, aynı zamanda toplumsal tespit ve eleştiriler olarak da okunabilir.

 
Romanın birinci ve üçüncü bölümlerinde hakim olan, ikinci bölümünde ise eksikliği şiddetle eleştirilen temel unsur, “Milli Mücadele Ruhu” olarak tanımlanabilecek bir milliyetçilik anlayışıdır. Kurtuluş Savaşı sırasında Türkiye’yi kurtarma düşüncesiyle hareket edenlerin hissettiği bu duygu, Binbaşı Hakkı Bey, Selma Hanım ve Selma Hanım’ın hastabakıcılık yaptığı askerler üzerinden okuyucuya aktarılır.
 
Bu duygu, yaralanan askerlerin “yaralarını sardırıp cepheye dönmeye” çalışmasına, hayatını kaybedenlerin ise yüzlerinde “bir huzur, bir bahtiyarlık” ile ölmesine yol açacak kadar şiddetli bir duygudur.[1]
 
Selma Hanım, özellikle Eskişehir ve Ankara’da hastabakıcılık yaptıktan sonra hissetmeye başladığı bu duygudan yoksun olanları, hayatına kabul etmemeye başlar. Mustafa Kemal’in konuşmasını dinlerken “neredeyse bayılacak” hale gelen bu karakter[2], Milli Mücadele ruhunu kendisi kadar hissetmeyen kimseyle bir arada kalamaz. Öyle ki, ilk eşi Nazif’ten Ankara’dan kaçmak istediği için ayrılan Selma Hanım, Hakkı Bey ile yalnızca “milli coşkunluğu toplanıp toplanıp bu genç zabitin üzerinde tekasüf ettiği[3] için evlenmiş, bu vasfını kaybedince onunla da mutsuz olmaya başlamıştır.
 
Selma Hanım’ın Kurtuluş Savaşı bittikten yıllar sonra, Milli Mücadele ruhunu kaybettiği için Hakkı Bey’den ayrılması, Yakup Kadri’nin bu duyguyu nasıl yorumladığı ile ilgili ek ipuçları da verir. Bu, yalnızca savaş kazanılana kadar hissedilecek bir ruh değil, sürekli olarak devam etmesi gereken, insanları Türkiye’nin her koşulda ilerlemesi için çaba göstermelerini sağlayacak bir duygu olmalıdır. Savaş bittiği anda ülkenin kurtulduğunu zannedenler, bitmek bilmeyen bir kutlama atmosferine kapılanlar, ülkeye zarar vermektedir.
 
Romanın sonunda Selma Hanım’ın mutlu bir evliliğe ulaşması, kendisiyle bu hissi paylaşan Neşet Sabit ile birlikte olması sayesinde mümkün olur.
 
[1] s. 85
[2] s. 171
[3] s. 98
Romanda özellikle ilk iki bölümde merkeze konulan çatışmalardan bir tanesi, romanın ana karakterlerinin de dahil edilebileceği “aydın”; şehirli, okumuş, Batılılaşmış kişiler ile, özellikle Ankara’da bir arada yaşadıkları halk arasındaki karşıtlıktır.
 
İstanbul’dan Ankara’ya geldiği ilk günlerde, bu “biz – onlar” lakırdısına sinirlenen Selma Hanım, herkesin Türk olduğunu söyler.[1] Ancak Ankara’daki “her şeyi ve herkesi yadırgayarak,” “Ben onlara benzeyeceğime onlar bana benzesin, biz buraya medeniyet getiriyoruz.” gibi cümleler kurarak, aslında bu “biz – onlar” ayrımının en somut örneklerini vermektedir.[2] Kocası Nazif Bey de halkın onları kendilerinden biri olarak değil, “yabanlar” olarak gördüğünü açıklar.[3]
 
Halk için durum gerçekten de böyledir. Yabanların “bugün burada, yarın orada” olacağını düşünen Ankaralılar, saç kestirmek, kadın erkek bir arada dolaşmak gibi şeyleri adeta korkuyla karşılar.[4] Bu iki insan grubu birbirlerinden, aynı dili konuşmalarına rağmen bazen birbirlerini anlayamayacak kadar uzaktır.[5]
 
Selma Hanım özellikle ikinci bölümde halk ile arasındaki bu “uçurumun” doğru olmadığını anlamaya başlar. Kendi çevresi içinde yaşanan “yapmacık” hayattan sıkıldığı için, daha gerçek olan “halkın” hayatına karışmayı daha olumlu bir şey olarak görmeye başlar.[6] Ama hem o, hem de Anadolu halkına karşı yaklaşımı hep daha yumuşak olan Neşet Sabit, farklı noktalarda halkın çeşitli alışkanlıklarının ve geleneklerinin doğru olmadığını hisseder.[7]
 
Yakup Kadri, romanının sonundaki “ütopik” düzende bile, bu ayrıma gerçek bir çözüm sunmaz. Köylülerin ve işçilerin nasıl çalıştığını anlatsa da, romanda karakter olarak “halkı” temsil eden Ömer Efendi’nin çocukları, Avrupa’ya gidip, eğitim alıp, çağdaş işler yapan karakterler haline gelirler. Ancak bu, halkı temsil eden karakterlerin “aydın” grubuna geçmesini ifade eder, halk ve aydınlar arasında gerçek bir diyalog kurulduğunu değil.
 
[1] s. 31
[2] s. 31
[3] s. 31 – Bu düşünce, aynı zamanda Yakup Kadri’nin bir başka romanı, “Yaban”da da gündeme getirilir.
[4] s. 46
[5] s. 47
[6] s. 113, 114
[7] s. 138 – 39, 167 


Romanın özellikle ikinci bölümünde önemli rol oynayan Ankara Palas

Bir üstteki bölümde okuyabileceğiniz “aydın – halk” çatışmasının bir başka boyutu da, İstanbul ile Ankara arasındaki farktır. Özellikle birinci bölümde, yani 1920’lerin başında henüz gerçek anlamda bir şehir olmayan Ankara, İstanbullu karakterlerin yaşamayı oldukça zor bulduğu bir şehir olur.
 
Yakup Kadri, bu yıllarda Ankara’ya giden herkesin bir kahraman mertebesine yükseldiğini söylese de, tahtakuruları, kerpiç evler ve şehir hayatından uzak koşullar, burada yaşamayı oldukça zor bir hale getirir.[1] İstanbullu karakterler Ankara’da birbirleriyle karşılaştıklarında, “bir gurbet diyarında, bir vatandaşa kavuşmuş insanların neşesi ve heyecanı” ile hareket eder.[2] İstanbul hasreti, Ankara’da bir “gurbette” olma hissi, uzun bir süre boyunca tüm karakterler tarafından hissedilir.[3]
 
Ancak tüm bu zorluklar, bu bölümün başında değindiğimiz “Milli Mücadele Ruhu” nedeniyle aşılamayacak zorluklar olmaktan çıkar. Neşet Sabit, her şeye rağmen, Ankara’da olmanın mutluluğunu şu şekilde açıklar:
 
“Her sabah, uyanınca – inanır mısınız- Ankara’da bulunmanın şerefini duyarım. Burada, her sabah, benimle beraber bir millet uyanıyor ve kendisini selamete götürecek olan kahramanın, başı ucunda, gülümseyerek durduğunu görüyor.”[4]
 
Romanın ikinci bölümünde, Ankara giderek şehirleştiği için, bu zorluklar yavaş yavaş ortadan kalkmaya başlar. Ancak yerini, özellikle Selma Hanım ve Neşet Sabit gibi karakterler için çok daha zorlayıcı bir durum, yozlaşma alacaktır.
 
[1] s. 18
[2] s. 35
[3] s. 78
[4] s. 80
Cumhuriyet’in ilk yıllarının Ankara’da nasıl yaşandığını konu alan ikinci bölüm, büyük ölçüde şehirdeki Milli Mücadele ruhunun yok olmasını, Kurtuluş Savaşı için buraya gelen insanların savaş kazanıldıktan sonra bütün enerjilerini partilere, balolara ve davetlere ayırmasını eleştirir.
 
Pek çok kişi için, Milli Mücadele’den sonra çağdaş, modern bir ülke haline gelmek; Avrupa’nın kıyafetlerini giymek, Avrupalılar gibi süslenmek, onlar gibi davranmak anlamına gelmeye başlar. Bu konuda Avrupalılardan alınacak bir iltifat ise, çağdaşlık yolunda atılan dev bir adım gibi görülür.
 
Yozlaşma temasını romanın gündemine getiren üç karakterden ikisi, ana karakterlerden Binbaşı Hakkı Bey ve Mebus Murat Bey’dir. Her ikisi de Kurtuluş Savaşı yıllarında Türkiye’ye hizmet etmiş olmalarına karşın, savaşın bitimiyle bu hırslarını kaybeder ve kendilerini dünyevi mutluluklara adarlar. Bu karakterlerin nasıl yozlaştıklarını, daha detaylı olarak, Önemli Karakterler bölümümüzden okuyabilirsiniz.
 
Romanda yozlaşma unsurunu belki de en iyi gösteren kişi, yalnızca iki kez gözüken Şeyh Emin karakteridir. İlk bölümde, Kurtuluş Savaşı devam ederken, bir anda Murat Bey’in evine gelen Şeyh Emin, kadınlı – erkekli oturan bu grubun korkuyla dağılmasına yol açar. Çünkü Murat, meclis içinde güç sahibi olan bu tutucu adamın, kendisini bu şekilde görmesini istemez. Ancak ikinci bölümde, Şeyh Emin karşımıza Ankara Palas’taki yılbaşı balosunda çıkar. Burada sarhoş olan ve Selma Hanım ile yakınlaşmaya çalışan Şeyh Emin, koluna giren kişiler tarafından uzaklaştırılır.
 
Yozlaşma temasının Yakup Kadri açısından önemi, romanın ilk iki bölümünün yazarın kişisel tecrübelerine dayanması, ancak üçüncü bölümün tamamen hayal ürünü olmasıdır. Romanın anlatısı içinde, yozlaşma sorununun neredeyse tamamen çözülmüş olduğu kurmaca bir Ankara da sunulur. Ancak gerçeklere dayanan bölümler, Ankara’nın 1930’lu yıllardaki yozlaşmış atmosferiyle sona erer. 
 
 

Ankara’nın merkezindeki karakterin kadın olması, Yakup Kadri’nin Milli Mücadele dönemini ve Cumhuriyet’in ilk yıllarını bu bakış açısıyla da ele alabilmesini sağlar.
 
Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte pek çok hakka sahip olan kadınlar, romanın ikinci bölümündeki yozlaşmış atmosfer içinde bu haklarını “doğru” bir şekilde kullanmaz veya kullanamazlar. Selma Hanım, birkaç noktada kadınlara bu hakların yalnızca “süslenip dans ettirilmek için” verildiği[1], kadınların bir “lüks eşya” muamelesi gördüğü gibi eleştiriler yapar.[2] Çalışmayan, ancak evdeki işlerini de tuttukları hizmetçilere yaptıran kadınlar, ne sokakta, ne de evde faydalı olurlar.[3]
 
Selma Hanım’ın istediği ise, böyle bir özgürlük değil, “erkekle her hususta eşitlik”tir.[4] Bunu elde edebilmek için tek yolun da bir şekilde toplumsal hayata atılmak, ülkeye faydalı olmak, çalışmak olduğunu düşünür.
 
Selma Hanım’ın çalışmaya yaklaşımını ve ülke açısından nasıl bir çalışmanın faydalı olacağına inandığını aşağıdaki sekmeden görebilirsiniz.  
 
Yakup Kadri, kadınlar ile erkeklerin her hususta eşit olması gerektiği düşüncesini, romanın son bölümündeki genel iyimser havayla da birlikte değerlendirir. Ankara’daki stadyumda düzenlenen yarışta, kadınlar koşu ve bisiklet gibi, tamamen “bünyenin kendi gücüne dayanan sporlarda” erkeklerle birlikte yarışır. Yıldız Hanım koşu yarışında ikinci olurken, Nisan Hanım bisiklet yarışını kazanır.[5]
 
[1] s. 152
[2] s. 153
[3] s. 156
[4] s. 157
[5] s.212 - 213
Selma Hanım, hem kişisel olarak, hem de bir üstteki bölümde okuyabileceğiniz gibi, kadınların erkeklerle her açıdan eşit olabilmesi açısından, roman boyunca “çalışmayı”, “bir şeye yaramayı” hayatının tek amacı olarak görür.[1]
 

Milli Mücadele yıllarında hastabakıcı olarak çalıştığı dönemi hep özlemle anan Selma Hanım’ın aradığı “iş”, bir bankada, bir şirkette çalışmak değildir.[2] O doğrudan ülkesine faydalı olabilecek, Milli Mücadele’ye katkı yapacak bir işte çalışmak ister.
 
Çalışmaya ve işe karşı bu yaklaşımın, Yakup Kadri’nin kişisel görüşleriyle de büyük ölçüde doğru orantılı olduğu söylenebilir.
 
Bununla ilgili daha detaylı bilgiler için, Arka Plan bölümümüze göz atabilirsiniz.
 
[1] s. 87, s. 150 - 151
[2] s. 158
 Ankara, büyük ölçüde klasik roman yapısını takip eden bir eser olarak tanımlanabilir. Ancak bir olayı düzenli bir zaman akışı üzerinden anlatmak yerine, Yakup Kadri Ankara’yı ve merkeze yerleştirdiği karakerleri, belli kronolojik aralıklarla üç bölüm halinde incelemeyi tercih eder. Bu bölümlerin hangi zaman dilimlerini konu aldığını görmek için, Zaman ve Mekan sekmesine göz atabilirsiniz.
 
Bölümlerin akışını belirleyen unsurlardan bir tanesi, romanın odak noktasındaki karakter Selma Hanım’ın yaptığı evliliklerdir. 
Yazar, Selma Hanım’ı odak noktasına yerleştirdiği anlatıyı, üçüncü şahıs anlatıcı üzerinden okuyucuya ulaştırır. Romanın anlatıcısı, belli noktalarda anlatı içinde kendi görüşünü ifade etse de[1], büyük ölçüde klasik bir üçüncü şahıs anlatıcı rolündedir. Selma Hanım dışında, belli noktalarda Ankaralı yerel halkın bakış açısını gösteren Ömer Efendi ve Yakup Kadri’nin kişisel görüşlerini okuyucuya aktarmak için kullandığı Neşet Sabit de anlatının merkezine yerleştirilir.
 
Bu üç bölüm üzerinden ilerleyen anlatı, yazarın Türkiye ile ilgili vermek istediği mesajları rahat bir şekilde vermesini sağlasa da, edebi açıdan ne kadar başarılı olduğu tartışılabilir. Fethi Naci, Yakup Kadri’nin en kötü romanı olarak eleştirdiği Ankara’nın, romancılık açısından “zayıf, tamamıyla “şematik”” bir eser olduğunu ifade eder.[2]
 
Yakup Kadri, romanda sade ve akıcı bir dil kullansa da, bu dilin belli noktalarda zorlayıcı olabilecek özellikleri de bulunur. Bunlardan birincisi, elbette romanın 1934 yılında, bundan yaklaşık seksen yıl önce yazılmış olmasıdır. Yakup Kadri için basit ve sade bir dil, kullanılan Arapça – Farsça kökenli kelimeler sebebiyle, günümüzdeki bir okur için zorlayıcı olabilir.
 
Yakup Kadri, bu kelimeler dışında da anlatı üslubunda farklı köklerden kelimelere yer verir. Bunlardan bazıları günümüzde dilimize yerleşmiş kelimeler olsa da, “gaffeur[3] gibi örnekler tam olarak anlaşılmayabilir.
 
Yazar, aynı zamanda anlatısı içinde bazı göndermelere de yer verir. Üçüncü bölümde anlatılan ideal Türkiye’nin köylerinde misafir olmak, Türkiye’nin aydınları için “Virgilus’un Bukolik’lerindeki kır safaları gibi bir şey olmuştur.”[4] Durmaksızın Neşet Sabit’le dans edeceğini söyleyen Selma Hanım’ın gözleri “Diyonizos ayinlerinin Bakanta’ları” gibi şimşekler saçar.[5]
 
[1] Örneğin, s. 29
[2] Naci, Fethi. Yüz Yılın 100 Türk Romanı. İş Bankası Yayınları, 2. Baskı. s. 72
[3] s. 121
[4] s. 225
[5] s. 202
Ankara’nın Yakup Kadri’nin diğer romanlarıyla en somut bağı, Neşet Sabit karakteridir. Bu romanda karşımıza “ideal” bir karakter olarak çıkan Neşet Sabit, daha farklı bir profilde, Panorama eserinde de karşımıza çıkar.
 
Aynı zamanda, Ankara ile yazarın bir önceki eseri Yaban arasında da bir ilişki kurulabilir. Ankara’ya geldikleri ilk günlerde, Nazif Selma Hanım’a buradaki insanların kendilerini “yabanlar” olarak gördüğünü söyler. Bu, yazarın bir önceki romanında detaylandırdığı temaya yaptığı bir göndermedir.
 
canlı bahis siteleri rulet siteleri bahis siteleri yeni giris casino siteleri bahis siteleri free spin veren siteler casino siteleri deneme bonusu bahis siteleri canlı casino siteleri slot siteleri grandpashabet betwoon