Efruz Bey Ömer Seyfettin

Video
Tarihi Arka Plan
II. Meşrutiyet Hakkında Önemli Detaylar
Kavramlar
Ömer Seyfettin
Ömer Seyfettin’in Efruz Bey romanı, 1908 yılında İstanbul’da geçer ve bu dönemin önemli bir tarihi olayını konu alır. II. Meşrutiyet’in ilan edildiği haberiyle başlayan eser, ana karakterin kendisini “Jön Türklerin lideri” ilan etmesiyle mizahi bir hâl alır. 
 
Elbette romanı tam olarak anlayabilmek için kitabın merkezi konusunu oluşturan bu tarihi arka planı tanımak gerekir. 
 

Aşağıdaki bölümde okuyacaklarınız, Osmanlı tarihinin yaklaşık kırk yıllık bir dönemini son derece basit bir şekilde ele alıyor. Bu konularda daha fazla bilgi almak için sitemizin Tanzimat bölümünden aşağıdaki yazılara göz atabilirsiniz. 

 

’93 Harbi
II. Abdülhamid’in Saltanatı
İttihat ve Terakki
II. Meşrutiyet
 
19. yüzyılda Muhalefet Kavramları
 
Osmanlı Devleti’nde ilk olarak 1876 yılında ilan edilen Meşrutiyet sistemi; padişahın yanında bir meclis ve bir anayasanın bulunduğu, padişahın yetkilerinin kısıtlandığı bir yönetim şeklidir. 


Tahta Meşrutiyet ilan edeceği düşüncesiyle çıkartılan V. Murad
 
1876 yılında Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesinin ardından tahta V. Murad çıkar. Destekçilerinin oldukça yetenekli ve yeniliklere açık bir yönetici olduğuna inandıkları V. Murad’ın meşrutiyet ilan edeceği, Osmanlı Devleti’nde yeni bir dönem başlatacağı düşünülür. Ancak kısa süre içinde padişahın akli dengesinin yerinde olmadığı anlaşılır ve V. Murad Osmanlı tarihinin en az tahtta kalan padişahı olur. 
 
V. Murad’ın yerine gelen II. Abdülhamid de aynı şekilde Meşrutiyet ilan etme sözüyle tahta çıkar ve tahta çıktıktan sonra bu sözünü yerine getirir. Fakat çok kısa süre sonra patlak veren ’93 Harbi nedeniyle hem meclis hem de ilan edilen yeni anayasa, “Kanun-i Esasi”, askıya alınır. 
 
Kendisinden önce gelen V. Murad’ın aksine II. Abdülhamid, Osmanlı tarihinin en uzun süre tahtta kalan padişahlarından bir tanesi olur. Padişah, otuz üç yıllık saltanatının son yılına kadar Meşrutiyet sistemini ve Kanun-i Esasi’yi tekrar yürürlüğe sokmaz; ülkeyi büyük ölçüde kendi başına, mutlakiyetçi bir şekilde yönetir. 


II. Abdülhamid
 
II. Abdülhamid’in saltanatı, Osmanlı tarihinin en tartışmalı dönemlerinden bir tanesidir. Kendisini destekleyenler tarafından Osmanlı Devleti’nin son büyük padişahı olarak görülse de ona karşı çıkanlar II. Abdülhamid’in baskıcı, yeniliklere kapalı ve otokrat bir devlet adamı olarak değerlendirir. 
 
Bu durum, saltanatı ilerledikçe padişaha karşı açık bir muhalefete de dönüşür. II. Abdülhamid’in yönetim şekline karşı çıkan ve Osmanlı Devleti yönetiminin modernleştirilmesini isteyen kişiler, “Jön Türkler” olarak anılmaya başlanır – hatta 1900’lü yıllarda Paris’te “Jön Türk” kongreleri bile düzenlenir. 
 
1908 yılında Jön Türkler’in kurduğu gizli örgütlerden bir tanesi olan İttihat ve Terakki, II. Abdülhamid’e karşı gelişen muhalefeti farklı bir boyuta taşır. İttihat ve Terakki üyesi bazı subayların devlete karşı doğrudan ayaklanması – yaygın kullanılan tabirle “dağa çıkması” – sonucunda Osmanlı tarihinde ikinci kez meşrutiyet ilan edilir. 
 
31 Mart Olayı olarak hatırlanan bir karşı devrim girişimine rağmen II. Meşrutiyet ilkine göre daha uzun soluklu olur ve I. Dünya Savaşı'nın sonuna kadar yürürlükte kalır. 
 
Efruz Bey romanında anlatılan hikâye, II. Meşrutiyet’in ilan edildiği günlerde yaşandığı için bu arka planı bilmek faydalı olacaktır. 


II. Meşrutiyet'in ilanı anısına bastırılan bir kartpostal

Efruz Bey’i okumadan İttihat ve Terakki, Jön Türkler ve İkinci Meşrutiyet hakkında genel bilgi sahibi olmak çok faydalı olsa da kitap içindeki bazı noktaları daha iyi anlayabilmek için, bu süreçle ilgili bazı ufak detaylara dikkat çekmek faydalı olabilir. 
 
Bunlardan ilki, Meşrutiyet’in ilan edilme şeklidir.

Romanın ilk sayfalarında Ahmet Bey, kendisiyle birlikte çalışan devlet görevlilerini Meşrutiyet’in ilan edildiğine inandırmaya çalışır; ancak diğer çalışanlar böyle bir ilanın yaşandığını düşünmez. Üstelik, tıpkı Ahmet Bey gibi, onlar da günün bütün gazetelerini okumuş; romanın ana karakterinin aksine böyle bir ilanla karşılaşmamıştır. 
 
- İşte Sabah ile İkdam... İlanât taraflarını bile okudum. Öyle hürriyete dair bir şey yok.[1]
 
Bundan sonra, Ahmed Bey hürriyet’in ilanının Kanun-i Esasi hakkındaki duyuru olduğunu açıklar; fakat bu duyuruda birlikte çalıştığı kişileri ikna etmez. 
 
- Bu tebliğden ben hürriyet gibi şeyler anlamam, dedi, Kanun-i Esasî zaten vardır. Onun tatbikini tekrar tebliğ etmek yeni bir tensikat hareketine delalet etse gerektir. Fakat başka şeye... Asla...[2]
 
Bu bölümle ilgili dikkat edilmesi gereken nokta, II. Meşrutiyet’in ilanının gerçekte de bu şekilde gerçekleşmiş olmasıdır. II. Meşrutiyet, 23 Temmuz 1908 gününde, II. Abdülhamid’in Makedonya’da kendisine karşı ayaklanan bir grup askerin talebini kabul etmesi ve Kanun-i Esasi’yi iade etmesiyle başlamıştır. Bu gelişme de imparatorluk genelinde çok büyük ve olaylı bir şekilde karşılanmamış, gazetelerde sunulan kısa ilanlarla duyurulmuştur. 
 
Murat Belge, Militarist Modernleşme isimli kitabında Meşrutiyet’in ilanı ile ilgili Hüseyin Cahit’in anılarını aktarır: 
 
24 Temmuz 1908 (Rumi 1324 yılı temmuzunun on birinci Cuma günü). Gazetenin başında ufak bir devlet bildirisi. Anayasanın (Kanun-i Esasi) yeniden uygulanması konusunda, padişah buyruğu çıktığını bildiriyor.
 
Büyük fırtınaların yaklaştığını anlatan bazı işaretleri önceden duymuş olmama karşın, gene derin bir şaşkınlık içinde ağzım açık kaldı. Gözlerime inanamıyordum. Meşrutiyet mi oldu? Millet Meclisi mi açılacaktı? Abdülhamit yönetimi son mu buluyordu? 
 
Gazeteyi merakla, coşkuyla gözden geçirdim; hiçbir değişiklik yok. Bir gün önceki gazetelerin aynı, boş, kuru, sahte, cansız bir edebiyat! 
 
Meşrutiyet böyle mi olurdu? Yıllardan beri bin türlü üzüntüler ve acılar içinde, erişilmez bir amaç hakinde düşlerini kurduğumuz meşrutiyet, en küçük bir kolluk olayından daha sessiz, daha gösterişsiz, daha doğal bir biçimde mi başlayacaktı? Nasıl dünya yerinden sarsılmıyor, nasıl toplar gürlemiyor, nasıl sokaklar coşkun halk sesleriyle dolmuyor, ne bileyim nasıl evren doğal gidişini izleyebiliyordu?[3]
 
Bu bilgiler, II. Meşrutiyet’in ilanı ile ilgili yaygın fikirlere zıt görülebilir; çünkü pek çok kaynakta, Meşrutiyet’in ilanının halk tarafından coşkuyla karşılandığına dair yazılar hatta görseller bulunmaktadır. Meşrutiyet’in sessiz sedasız, önemsiz bir gelişme gibi duyurulması ile coşkulu kutlamalar; ilk anda çelişkili gibi gözükebilir. Ancak Erik Jan Zürcher, Modernleşen Türkiye’nin Tarihi kitabında, Meşrutiyet’in ilanını şu şekilde açıklar: 
 
Haber etkisini bir kere gösterdikten sonra (bu biraz zaman almıştı, çünkü başkentteki ilk duyuru, yeni seçimleri bildiren gazetelerdeki başlıksız, göze çarpmayan üç satırlık bir haberdi) İstanbul ve Asya’daki halkın tepkisi Makedonya’daki halk tepkisinin aynısı olmuştu; olağanüstü bir sevinç ve ferahlama vardı, her meslekten ve Müslüman, Musevi, Hristiyan, her cemaatten insan caddelerde kardeşlik gösterileri yapıyor, birbirini kutluyordu.[4]
 
Genel bir tarihi bilgi olarak Meşrutiyet’in ilanının ilk günlerindeki durum çok önemli olmasa da Efruz Bey’in ilk sayfalarındaki yorum ve konuşmaları daha iyi anlamak için bu arka plana da sahip olmak gerekir. 
 
II. Meşrutiyet’in ilanıyla ilgili bir başka önemli detay, İttihat ve Terakki Cemiyeti ile ilgilidir.

Osmanlı Devleti’nin son yıllarında II. Meşrutiyet’i ilan eden ve daha sonra ülkeyi yöneten Cemiyet olarak hatırlanan İttihatçılar, genelde önemli bir siyasi parti olarak hatırlanır. Ancak 1908 öncesinde İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin böyle bir konumu yoktur. 
 
II. Abdülhamid’in sert yönetimi sırasında Jön Türkler ve İttihat ve Terakki Cemiyeti gibi örgütler saklanarak, faaliyetlerini gizlilik içinde yürüterek var olabilmiştir. Efruz Bey’i anlamak için gözden kaçırılmaması gereken bir detay da İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 1908 yılına kadar “gizli”, yani üyeleri ve liderleri gerçek anlamda tanınmayan bir cemiyet olduğu gerçeğidir. 

Her ne kadar kitapta anlatılan olaylar absürt boyutlarda olsa da Meşrutiyet’i gerçekten ilan edenin kim olduğunun bilinmemesi, Ahmet Bey’in bir anda ortaya çıkıp kendini bir hürriyet kahramanı ilan edebilmesi; bu detayla bir ölçüde açıklanabilir. 

Dipnotlar
[1]s. 3
[2]s. 6
[3]Belge, Murat. Militarist Modernleşme. Almanya, Japonya ve Türkiye. İletişim Yayınları. 2. Baskı (2012) s. 570
[4]Zürcher, Erik Jan. Modernleşen Türkiye’nin Tarihi. İletişim Yayınları. 19. Baskı (2005) s. 140
Efruz Bey’i daha iyi anlamak için bu dönemin bazı önemli siyasi kavramlarını ve gelişmelerini tanımak gerekir. Kitap boyunca karşımıza çıkan her kavramı tek tek açıklamaya imkan olmasa da romanda verilen mesajı daha iyi anlamak için “müstebid”, “Bilâ-tefrîk-i cins ü mezheb” ve “Esperanto” ifadelerinin anlamını bilmek gerekir. 

Müstebid

Bu kavramlar içinde en sık kullanılan, “müstebid” ifadesidir.  
 
II. Abdülhamid’in saltanatı, gerek onun zamanında gerek de daha sonraki dönemlerde kendisine muhalefet eden kişiler tarafından “istibdad” kavramıyla anılmıştır. Baskıya, sansüre dayalı, zorba bir yönetim biçimi anlamında kullanılan istibdad kavramı; padişahın saltanatı ile özdeşleşmiştir.
 
Ömer Seyfettin, Efruz Bey romanında “istibdad” kavramını fazla kullanmasa da bu kavramla aynı kökten gelen “müstebid” kelimesini sık sık kullanır. “İstibdad uygulayan kişi” olarak açıklayabileceğimiz bu kavram, roman içinde II. Abdülhamid’i kast etmektedir.

Bilâ-tefrîk-i cins ü mezheb

Romanın ilerleyen bölümlerinde önem kazanan “Bilâ-tefrîk-i cins ü mezheb” ifadesi, dönemin önemli fikirlerinden bir tanesi olan Osmanlıcılık ile açıklanabilir. Osmanlı Devleti’nin dağılmasındaki en önemli sebeplerden bir tanesi, 19. yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkan milliyetçilik fikirlerinin yarattığı isyan, ayaklanma ve bağımsızlık çabalarıdır. 
 
1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı’ndan itibaren Osmanlı Devleti, bu dağılma çabalarını engellemeye çalışır. Milliyetçi hareketlere verilen en önemli cevaplardan bir tanesi, etnik ve dini köken ayrımı yapılmadan herkesin bir “Osmanlı vatandaşı” olduğu düşüncesini yayma çabasıdır. Osmanlıcılık olarak adlandırılan bu fikir, uzun vadede başarılı olmasa da 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin önemli politikalarından bir tanesi olmuştur. 
 
Günümüz Türkçesine “cins ve mezhep ayrımı olmaksızın” şeklinde çevirebileceğimiz Bilâ-tefrîk-i cins ü mezheb ifadesi, Osmanlı Devleti’nde uygulanan yeniliklerin, yapılan reformların, etnik köken, ırk ve din ayrımı yapılmaksızın bütün vatandaşları kapsadığını ifade eden bir ifadedir. 

Esperanto

Osmanlı tarihi ile alakalı olan bu iki kavramın aksine Esperanto, doğrudan Osmanlı Devleti ile alakalı bir kavram değildir. Efruz Bey; romanın ilerleyen noktalarında “Bilâ-tefrîk-i cins ü mezheb” ifadesi ile kastedilen şeyi aşırı uçlara taşıyarak “millyet” kavramının hiçibr önemi olmadığını, artık böyle ayrımlar yapılmaması gerektiğini, hatta insanların birbirlerinin dillerini bile öğrenmeyi bırakması gerektiğini savunur. İlla bir dil öğrenilecekse, bu “Esperanto” dili olmalıdır.[1]
 
Esperanto, 1887 yılında Polonyalı Ludwig Zamenhof tarafından geliştirilmiş yapay bir dildir. On dokuzuncu yüzyılda, uluslararası ilişkilerin daha önceki dönemlere göre giderek arttığı bir ortamda, ortaya çıkan bu dilin amacı farklı ülkelerde öğretilecek evrensel ve ortak bir lisan yaratmaktır. Uzun vadede bu amacına ulaşamasa da günümüzde hala varlığını sürdüren Esperanto, Ömer Seyfettin tarafından “milliyet” fikrinin önemsizliğini savunan Efruz Bey’in düşüncelerinin absürtlüğünü göstermek için kullanılır. 
 
Dipnotlar
[1]s. 45

Efruz Bey romanını okurken kitabın yazarı Ömer Seyfettin ile ilgili bazı bilgilere sahip olmak, bu eseri daha iyi değerlendirmeyi sağlayabilir. 1884 – 1920 yılları arasında yaşayan Ömer Seyfettin'in Türk edebiyatındaki önemi farklı sebeplere dayanır. Efruz Bey, bazı açılardan Ömer Seyfettin’in genel yazarlığı ile birlikte değerlendirilebilecek olsa da bazı açılardan da bir istisna teşkil eder. 
 
Ömer Seyfettin, Türk edebiyatında yazdığı romanlardan çok kısa hikâyelerle hatırlanır. Bu açıdan, Efruz Bey bir tartışma konusu olabilir. Bazı araştırmacılar, bu kitabı yazarın az sayıdaki romanlarından bir tanesi arasında görürken bazıları bunun bir uzun hikâye olduğunu savunur.
 
Tür açısından her iki şekilde de değerlendirilebilecek Efruz Bey, üslup açısından Ömer Seyfettin’in edebiyat anlayışına uygun bir eserdir. Günümüzde Milli Edebiyat olarak anılan edebiyat akımına dahil olan yazar; eserlerinde “sade” bir dil kullanmaya, bu yıllarda yazılı dilde yoğun olarak bulunan Arapça ve Farsça kökenli ifadeleri kullanmamaya özen gösterir. 
 
Efruz Bey romanının sadeleştirilmemiş bir hâlinin bile yazılmasından bu kadar uzun süre sonra rahatlıkla okunabilmesi, bu durumun en önemli göstergelerinden bir tanesidir. 

Efruz Bey romanının sadeleştirilmemiş halini buradan indirebilirsiniz. 
 
Ömer Seyfettin’in dil ile ilgili bu görüşlerinin arkasında yazarın siyasi fikirleri yatar. Bir Türk milliyetçisi olan Ömer Seyfettin, pek çok kısa hikâyesinde de bu kavramı ön plana çıkartmış, okuyucuların milli duygularına hitap edecek eserler üretmiştir. Dil ve üslup açısından genel yazarlığına uyan Efruz Bey, bu noktada Ömer Seyfettin’in diğer eserlerinden ayrılır. 
 
Efruz Bey; milliyetçi duyguların ön planda olduğu, bu kavramın fazla gündeme geldiği bir eser değildir. Roman boyunca toplumsal konular her zaman merkezde yer alsa da bunlar çoğu zaman Efruz Bey’in karakteri ve dönemin siyasi koşuları üzerinden ilerler, milliyetçi konular fazla gündeme getirilmez. 
 
Bununla birlikte, kitabın bazı noktalarında bu yönde cümleler karşınıza çıkabilir. Örneğin, Efruz Bey bir “hürriyet kahramanı” haline geldikten sonra kendisini “Çerkez” olarak tanımlayan kişilere öfkelenir ve etnik kökenin önemli olmadığını savunur. 
 
-İnsan hür olunca müsâvi olur. Müsâvi olunca kardeş olur. Din farkı, millet farkı kalmaz. Hürriyet karşısında böyle şeylerin hiç ehemmiyeti yoktur. Hele “milliyet” kadar budalalık olamaz. Sakın böyle bir iddiada bulunmayınız, insanların hepsi hürdür. Kardeştir. Müsâvidir. Artık ayrılmaya mana var mı? Birbirinizin lisanını bilmiyorsanız “esperanto” dilini öğreniniz. Haydi, hepiniz birleşiniz! Öpüşünüz. Sevişiniz. “Bilâ-tefrîk-i cins ü mezheb” bayrağının altına gelmeyenler müstebitlerdir. Onlar bizim düşmanımızdır. Bırakınız onları mabetlerine gitsinler. Bizim cinsimiz, bizim mezhebimiz birdir: İnsanlık... Haydi öpüşünüz. Vâhî fikirleri, bâtıl itikatları vahşilere, yamyamlara bırakınız. Medeni olmaya çalışınız... 
 
Bu nutuk biraz fazla uzadı... Efruz Bey izdivaç, aile, milliyet, hukuk falan gibi ne kadar içtimai müessese varsa hepsinin birtakım bâtıl, cahilane münasebetsizlikler olduğunu birçok delillerle anlattı. Halkı ikna etti. Hiçbir milliyeti benimsemeyen yerli İstanbullular Rumların, Arapların, Arnavutların, Yahudilerin, Kürtlerin, Bulgarların, Ermenilerin boğazlarına atıldılar. Hepsini öpmeye başladılar. Yüz binlerce öpücüğün şapırtısından hâsıl olan büyük bir şakırtı havayı sarsıyordu.[1]
 
“Bilâ-tefrîk-i cins ü mezheb” ifadesini aşırı uçlara taşıyan Efruz Bey’in bu söyledikleri, belli açılardan günümüzde olumlu cümleler olarak görülebilir. Ancak Ömer Seyfettin’in diğer eserleri ve siyasi görüşleri dikkate alındığında yazarın “miliyet” kavramını bir budalalık olarak görmesi mümkün değildir – yazarın bu görüşleriyle birlikte düşündüğünde, Efruz Bey’in bu abartılı ifadeleri, roman boyunca eleştirilen bu karakterin farklı absürtlükleri olarak okunabilir. 
 
Dipnotlar 
[1]s. 45
canlı bahis siteleri rulet siteleri bahis siteleri yeni giris casino siteleri bahis siteleri free spin veren siteler casino siteleri deneme bonusu bahis siteleri canlı casino siteleri slot siteleri grandpashabet betwoon