Kaplumbağalar Fakir Baykurt

Zaman ve Mekan
Temalar
Kurgu, Anlatı Üslubu ve  Dil Kullanımı
Sembol ve Motifler

Kaplumbağalar romanı, net bir tarih verilmemekle birlikte Cumhuriyet’in ilanını takip eden yıllarda, muhtemelen 1950’lerde, Ankara yakınlarındaki kurgusal Tozak Köyü’nde geçer. Romanda tarih kesin bir dille söylenmese de, köye gelen memurlarla halk arasında hangi partili olduklarına yönelik bir konuşma geçer ve “Halkçı” ile “Demokrat” sıfatları kullanılır.1
 

Bunlar, Cumhuriyet Halk Partisi ile Demokrat Parti’yi ifade ettiği için, romanın bu iki parti arasındaki çekişmenin devam ettiği 1950’li yıllarda geçtiğini ifade etmek çok yanlış olmayacaktır.
 

60 evden oluşan ufak bir köy olan Tozak Köyü, Ankara’ya 100 kilometre uzakta bulunur. Tozak, kurgusal bir yer olmasına karşın, Buğra Köyü, Avşar Köyü, Hasayaz Köyü gibi gerçek köylerden de bahsediliyor olması, köyün yeri konusunda net bir tahmin yapmayı mümkün kılar.

Fakir Baykurt’un romanı yazmaktaki en büyük amacı, bu yıllardaki köy hayatını okuyucuya ulaştırmak, bu köylerde yaşayan insanların yaşam, eğitim, sosyal ve ekonomik koşullarını tasvir etmektir. Bu açıdan, bu zaman ve mekandaki durumu, olabildiğince gerçekçi bir şekilde konu almanın, romanın en önemli özelliklerinden biri olduğu söylenebilir.


1s. 236

1 - Köyde Yaşam
2 - Köy - Devlet
3 - Köy - Şehir
4 - Alevilik - Sunnilik
5- Kadın

Köyde Yaşam

Kaplumbağalar romanında üstünde sürekli ve istikrarlı olarak bahsedilen konulardan bir tanesi, köydeki zorlu yaşam ve çalışma koşullarıdır. Bu tespit yapılırken, Fakir Baykurt’un “farklı yaşam tarzı” ile “zor yaşam koşulları” arasında çok net bir ayrım yaptığı belirtilmelidir, zira “Köy – Şehir” sekmesinde de görebileceğiniz gibi Baykurt, örneğin köylerde masa – sandalye olmamasını “zor bir koşul” olarak nitelemez. Ona göre köyün kültürü ve görgüsü ayrı, şehrin görgüsü ve kültürü ayrıdır.
 

Ancak yazar, köyde yaşamanın bazı olumsuz yanlarına da değinir. Özellikle romanın ilk sayfalarından itibaren anlatılan korkunç sıcaklar, bu sıcaklarda tarlalarda iki büklüm çalışma zorunluluğu, susuzluk, her şeyi kararında ve az az kullanma gerekliliği, köydeki insanların yaşam standartlarını ve yoksulluklarını göstermek açısından son derece önemlidir.
 

Sol görüşlü bir yazar olarak, toplumsal gerçekçi olarak tanımlanabilecek bir tutumla yazan Fakir Baykurt, eserinde köylülerin bu zorlu yaşam koşullarını detaylı bir şekilde irdelemeye dikkat eder.
 

Köy – Devlet
 

Kaplumbağalar romanı, iki cümleyle, şu şekilde özetlenebilir: Tozak Köyü’nde yaşayanlar, köyleri içinde kullanılmayan bir alana, bin bir güçlükle uğraşıp, gece gündüz çalışarak bir bağ kurarlar. Altı sene sonra, bağlar daha sadece bir kez hasat vermişken, devlet gelip bu bağa el koyar.
 

Romanın merkezi meselesi bu olduğu için, merkezi temalarından bir tanesi de köylüler ve devlet arasındaki ilişkidir. Fakir Baykurt, bu ilişkiyi aslında bir “karşılıklı anlaşamama” ilişkisi olarak kurgular. Köylüler devletin dilinden, bürokrasiden anlamaz, devlet memurları da ya köylünün dilinden anlamayan insanlardır, ya da hiçbir yetkileri yoktur.
 

Bunun en güzel örneklerinden bir tanesi, Kadastro Komisyonunun başındaki Emin Bey’in köye geldiği gün yaşananlardır. Emin Bey’in ekibi ile köylüler birbirlerinden o kadar farklı bir dil konuşurlar ki, köylülerin Emin Bey’e ismini sorup öğrenebilmeleri için tam dört farklı soru sormaları gerekir.1
 

Buna karşın, aslında romanın başında köylülerin devlete karşı herhangi bir negatif tutumu olduğu söylenemez. Kurtuluş Savaşı’nda savaşmış olan Kır Abbas, hükümeti “kendi babasının hükümetiymiş gibi” sever. Daha ilk sayfalardan, gökyüzünden geçen uçakları görüp sevinir, “bizim şanlı hükümetin cetleri”ni takdir eder.2
 

Fakat devletin gerçek anlamda köy içinde bir etkisi olmadığını görmek zor değildir. “Soyadı” gibi basit bir konuda bile, devlet köyde gerçek anlamda bir varlık sağlayamamıştır. Soyadını ciddiye almak bir yana, köylüler birisi soyadıyla anılınca gülüşmeye başlarlar, soyadı onlar için “hökümetin verdiği işe yaramaz bir takıntıdır.”3
 

Fakir Baykurt, köy ile devlet arasındaki ilişkiyi değerlendirirken pek çok açıdan devleti eleştirmekten de geri kalmaz. Özellikle çubuk arayışı sırasında, devlet dairesindeki “Deli Ziraatçı”ya gidip, onda çubuk olmadığını öğrenirken aldıkları cevap kayda değerdir, zira tarımdan sorumlu olan Ziraatçı, “ara sıra dosyaların tozunu alır, afiş gelirse duvara çakar, broşür gelirse bir yerlere yığar ve aydan aya rapor yazar”.4 Bundan başka bir iş yapmaz.
 

Bu “fazla iş yapmama” eleştirisi, “Deli Ziraatçı”dan sonra Kadastro komisyonu ve Malmüdürü Ömer Bey’e de uzanır. Tozak Köyü’nü ziyarete gelen bu karakterlerin tamamının öğlenleri uyuması, köy içinde merak uyandırır:
 

“Acaba bu mamirlerin öğlen uykusu uyuması kanunda yazılı bir zorunluluk mudur Irıza?5
 

Devletin üzerinde hiçbir çaba harcamadığı, hatta çaba harcanmasına bile yardım etmediği bağı kendi Hazinesinin malı olarak alıkoyması, bu ilişkiyi nefrete dönüştüren dönüm noktası olur. Ciddi bir haksızlığa uğradığını hisseden Tozaklılar, haklarını aramak için ellerinden geleni yaparlar, ama tüm çabaları karşısında aldıkları tek cevap, “kanunun bu yönde olduğu” cevabıdır.
 

Devleti tanımadıkları, anlamadıkları ve bürokrasi içinde nasıl davranmaları gerektiğini bilmedikleri için, başkalarının yardımına muhtaç olmadan bu sorunla başa da çıkamaz ve bağlarını kaybederler.
 

Devlet içinde köylüleri destekleyen tek kişi olan Gezici Hamdi Bey de bu eleştirileri tekrarlar:

“Gazetelerde konuşurlar, radyolarda konuşurlar! Meclis’te dövüşürler! Dairelerde çay kahve içerler. Spor, sinema konuşurlar. Toto Kağıdı doldururlar. İç gezi, dış gezi, plaj… Akşamları Bulvar Palas, Ankara Palas cem olup dans ederler. Bira, vokta, bordo şarabı; her akşam kafa çekerler…”6

 

Hamdi Bey hükümetin geneli ile ilgili son derece solcu bir görüş savunur, köylüleri “topraktan öğrenip, kitapsız bilenler” olarak, doğrudan Nazım Hikmet’in mısralarıyla tanımlar. Tüm bakanların, valilerin, kaymakamların köylüler olması gerektiğini savunan Hamdi, tavırlarının yanı sıra görüşleri ile de köylülerin sempatisini kazanır.
 

Ancak, Eğitmen Rıza’nın bu tepkilere verdiği cevap da kayda değerdir: Devletin, bakanlıkların, her şeyin köylülerin olduğu günün gelip çatması çok güzel bir fikirdir, ama o gün gelene kadar, bağlarına ne olacaktır?
 

Bu da, köylülerin devlete karşı tutumunun bir başka özetidir. Onlar için önemli olan, kendi günlük hayatlarındaki değişiklikler, gelişmelerdir. Bu büyük politik fikirler, idealler, onlara fazla bir şey ifade etmez.


Köylü – devlet ilişkisinin belki en ironik noktası da, benzer bir “ideal” görüşte yatmaktadır.
 

Romanın her noktasında, Gezici Hamdi Bey’den Tahriatçı Sırır Bey’e, tüm devlet yetkilileri, “köylü milletin efendisidir” görüşünü, bu “ezberlenilen kalıbı” desteklermiş gibi gözükür. Ancak, köylüye “Aferin, iyisiniz, hoşsunuz” deseler bile buna gönülden inanmazlar.7
 

Günün sonunda bağlarını ellerinden alan Kadastrocu Emin Bey bile, bu bağ yapım sürecini tebrik eder, boş boş oturan, bütün gün kumar oynayan köylüler karşısında, kendileri gibi uyanık, kendi işini kendi yapan köylüler olması gerektiğini söyler.8
 

Ancak köylüler uyanıp, gerçekten kendileri için bir şey yaptığında, üretkenlik, verimlilik potansiyelleri olduğunu gösterdiğinde, bunu ilk engelleyen yine devletin kendisi olur.
 

Köy – Şehir
 

Romandaki ikili karşıtlıklardan en önemlisi, “köylü” karakterler ile “şehirli” karakterler arasındaki çatışmadır. Romanın ilk iki yüz sayfası boyunca Fakir Baykurt şehir hayatı ile ilgili bir şey anlatmaz. Hikaye sadece köyde geçer ve karakterler sadece köylülerdir. Ancak, 217. Sayfada hikayeye dahil olan Kadastro Komisyonu üyeleri, bir anda okuyucuya bu hayatın “tuhaflıklarını” göstermeye başlar.
 

O ana kadar, romanın ilerleyişi içinde herhangi bir “anormalliği” görülmeyen bu yaşantının farklı boyutları, şehirli bir bakış açısı gelince daha net olarak görülmeye başlanır. Köyde, tuvalet kağıdı veya taharet bezi kullanılmaması, masa – sandalye olmaması, konuşulan dilin şehirdekine göre çok farklı olması gibi şehir yaşantısına alışmış kişilere garip gelecek pek çok özellik vardır.
 

Fakir Baykurt, her iki tarafın da birbirini eleştirmesini sağlar. Emin Sağlamer, köylüleri “çok görgüsüz, çok geri” olmakla suçlar. Taharet bezi olmaması, sabun kullanılmaması, onun için kabul edilemez şeylerdir.9 Siniden, kalburdan yemek yemek, son derece rahatsız ve keyifsiz bir durumdur.10
 

Köylüler bu durum karşısında belli bir miktar utanç yaşarlar. Kendilerinin “tabiatsız, okumamış, cahil” oldukları söylendiği için bunu kabul eder, bu özellikleri için özür diler hale gelmişlerdir.11 Ancak, Emin Sağlamer’in ekibindeki Demir Bey’in tavuk ve yumurta yiyememesi karşısında da, onlar sabun ve sandalye bulamayan şehirliler gibi davranırlar. Onlar için de, bir insanın bu kadar temel besin maddelerini yiyememesi komik ve tuhaf bir durumdur.
 

Bu iki kültürün birbiriyle karşı karşıya geldiği en net nokta, Emin Bey ile Kır Abbas’ın birbirleriyle karşılıklı konuştuğu anlardır. Hayatın şehirde olduğunu, “taş devrinden kalma yemeklerin, tunç devrinden kalma yatakların, fitilli lambaların kağnı, karabasan, kuyu suyu, tuluk suyu”nun artık geride kaldığını söyleyen Emin Sağlamer, köylüyü görgüsüz ve bilgisiz olmakla suçlar.12
 

Benzer düşünceler, daha da şiddetli bir şekilde, Tahriratçı Sırrı Bey tarafından da yinelenir. Köylüleri, yine ezberlediği kalıplarla (“bu halk öyle gönlü yüksek, öyle asil ki, bak neler yapıyor! Bak bak, ta üç saat ötedeki köyden yürüyüp şoseye iniyor. Elinde kalbur, sepet. Tanımadığı, bilmediği insanlara üzüm dağıtıyor; parasız! Bu halk böyle asil bir halk Lütfiye Hanım’cım; ama ne yaparsın, sahibi yok!”13 övmesine karşın, “gönlünden geçen” düşünceler çok farklıdır:


“Yahu, herif daha mesainin beşte bittiğini bilmiyor! Makama dilekçeyle başvurulacağını bilmiyor! Dilekçeye damga pulu yapıştırılacağını bilmiyor! (…) Aklına yanayım ayrıca Ankara’nın, bizi bu köylülerle demokrasiye soktu! (…) Bu köylülerle bu işler yürümeeez! (…) Çözüm bunları geleneklerinden koparmaktır. Çocuklarını yatılı okullara alacaksın! Kadınları şehirlere, kasabalara getirip evlere dağıtacaksın. Farz et ikisi üçü bizim eve geldi. Selma, Semra, oturup ders vereceksiniz. Göstereceksiniz. Bak bacı, bu sudur, musluktan akar. Bu sabundur, böyle kullanılır. Bu tahret bezidir, görevi şudur. Baya bezi eliyle tutup sildireceksiniz. Başka türlü olmaaz!”.14
 

Emin Sağlamer’e cevap veren Kır Abbas’a göre ise, mesele bilgi ve görgü meselesi değildir. Köyüler “kendi bilgilerini ve kendi görgülerini” bilirler. Tüm “medeni” tavırlarına rağmen, Emin Beylerin öğlen bir saat uyumadan edememesi, yere bağdaş kurup oturamaması, tavuk – yumurta yiyememesi de en az kendi durumları kadar “görgüsüzlük ve bilgisizlik” olarak görülebilir.15
 

Özellikle Kır Abbas’ın 239. Sayfadaki konuşmasında, Fakir Baykurt bir Tozaklının ağzından konuşmayı bırakıp, kendi düşüncelerini ifade eder gibidir. Ona göre, köy ve şehir arasındaki mesele, birinin görgülü, birinin görgüsüz olması değil, ikisi arasındaki kültürün tamamen farklı olmasıdır. Baykurt, bu düşüncelerini, her şeye rağmen köylülerin üstünlüğüne olan inancını yineleyerek bitirir:
 

“Sen Gazi Kemal’i gördün, ben gördüm. Memleketin efendisi köylüdür deye neden dedi Gazi Kemal? Çünkü Kurtuluş Savaşı’nı köylülerle kazandı. Eğer varsa, yarın cennete de köylüler gidecek önce. Neden? Çünkü köylüler sade kendilerinin değil, tüm milletin ekmeği için çalışır. Bir var ki, harp darp, sonra da seçim saçım, ağalar beyler anasını sinkaf etmiş köylünün, belini doğrultamıyor o yüzden.”16

Alevilik – Sunnilik
 

Romandaki Tozak köyünün en önemli özelliklerinden bir tanesi, bu köyün Alevi olmasıdır. Bu durum, hem toplumsal anlamda, hem de kurgu anlamında incelenebilir.
 

Toplumsal anlamda Alevi bir köyü konu alması, Fakir Boykurt’un Anadolu toplumu içinde yaşanan bazı çatışmaları gözler önüne sermesine yol açar. Tozak köyünde yaşayanlar, aynı ülkenin vatandaşı oldukları halde, Sünnilerden yabancı insanlarmış gibi bahseder, onları neredeyse düşmanları olarak görürler. Sünniler de, aynı şekilde Aleviler’den fazla hazzetmez, onları kendilerinden farklı insanlar olarak değerlendirirler.
 

Romanın başında, Pat Ali’ye üzüm satmayan Çatal Osman, bu çatışmanın en net örneklerinden bir tanesidir. Dini bütün bir Sünni olan Çatal Osman, fiyat dahil her konuda anlaşmış olmalarına karşın bir Alevi’nin şarap yapması için üzümünü satamayacağını söyler ve anlaşmayı iptal eder.17 Bunu yaparken de, Pat Ali’yi bir “Kızılbaş” olarak nitelendirir.
 

Tozak Köyü’nü Sünni değil, Alevi bir köy olarak kurgulamak, Fakir Baykurt’a roman yazımı açısından da çeşitli faydalar sağlar. Sünni Müslümanların aksine şarap içen, önemli gün ve bayramlarında şarap içmeyi bir gelenek olarak gören Aleviler, bağ yapımı konusunda Sünni bir halka göre çok daha hevesli ve istekli davranırlar.
 

Fethi Naci, bununla birlikte köyün Alevi olarak kurgulanmasının, belli bir egemen figürün olmamasını da mümkün kıldığını açıklar: Ona göre, köyde cami olmaması, dolayısıyla imam olmaması nve bununla birlikte ağa gibi otoriter bir figürün yer almaması, bağ kurulması üzerinden ilerleyen anlatıyı daha doğal ve gerçekçi kılar.18
 

Kadın

Kaplumbağalar’da, belki bir ölçüde Kır Abbas’ın karısı Cennet Kadın haricinde, kadın karakterlere fazla yer ayrılmaz ve bu karakterler fazla ön plana çıkarılmaz. Bu açıdan, Kaplumbağalar’ın çok feminist bir roman olduğunu veya bu yönüyle öne çıktığını söylemek mümkün değildir.
 

Ancak, Baykurt eserinde belli noktalarda kadınlarla ilgili önemli tespitler yapar ve bu konuda toplumsal eleştiriler getirir.
 

Kır Abbas ve kardeşi Pat Ali’nin gelinleri Esme ile Senem’in evlilik üzerine yaptıkları konuşma bu durumun en net örneklerinden biri olarak göze çarpar. Yeni evli olan Senem, kocasının kendisini sadece üç sefer dövdüğünü söyleyerek sevinir. “Üç sefercik” dövülmeyi bir mutluluk olarak gören Senem, hepsinde kendisinin haksız olduğuna inandırılmıştır ve bunu dile getirir. Etrafındakiler de, bu duruma hak verir, Esme’ye az dayak yediği için mutlu olması gerektiğini söyler.19
 

Kadınların toplumdaki yeri, 73. sayfada da, ufak bir cümleyle gündeme gelir. Erkekler sıra beklerken “pank parası almayı” veya “askerlik şubesinde sıra beklemeyi” hatırlarken, “kadınlar bir şey düşünmez. Onlar ne pank parası alır, ne asker olur.” Bu ufak tespit, kadınların toplumun “dışındaki” yerini gösterir niteliktedir.
 

Bu tespit, köyün en yaşlı ve en bilgili kadınlarından Hörü Ebe’nin bilirkişi heyetine seçilmesi konusu gündeme geldiğinde de tekrarlanır. Emin Sağlamer ve yanındaki arkadaşları, bir kadının bilirkişi heyetine seçilmesi fikrine güler ve bunu kabul etmezler. Köyün en yetkin kişilerinden biri olsa da, sadece kadın olduğu için Hörü Ebe’nin yerine Kel Bektaş seçilir.20


1s. 222
2s. 27
3s. 73

4s.101
5s. 259
6s. 323
7s.238
8s.234
9s.228

10s.230
11s. 232
12s. 238
13s.293
14s. 289 – 290
15s. 239
16s. 239
17s.35
18
Naci, Fethi. Yüz Yılın 100 Türk Romanı. İş Bankası Yayınları, 2. Baskı. s.445
19s. 107 – 108
20s.237

Kaplumbağalar romanı, aralarında beş yıllık bir süre olan ve doğrusal bir şekilde ilerleyen iki bölüm ve bunların alt bölümlerinden oluşur. Üçüncü şahıs ağzından, basit, kısa cümlelerden oluşan, akıcı ve sade bir dil kullanan yazar, anlatı üslubu olarak geleneksel bir roman şemasından fazla ayrılmaz.
 

Romanın yapısı ve üslubu, “toplumsal gerçekçi” olarak tanımlanabilir. Yazar Fakir Baykurt abartıya, doğaüstü olaylara ve aşrıyla kaçmadan, konu aldığı kesimin hayatını gerçekçi bir şekilde, olduğu gibi yansıtmaya çalışır ve özellikle bu kesimin yaşadığı sıkıntılar üzerinden, birtakım toplumsal mesajlar vermeye çalışır.
 

Elbette, romandaki köylülerin, çalışkanlıklarının, ortada hiçbir şey yokken bir anda bağ inşa etmelerinin, belli ölçüde idealize edilmiş, romantik portreler olduğu ifade edilebilir. Ancak, yazarın kendisi de bu durumu kabul etmekte, klişelere daha uygun - örneğin, bütün gün kahvede oturup kağıt oynayan - köylülerin de varlığını kabul edip, Tozak köyünü sıradışı bir köy olarak resmetmektedir.
 

Romanın gidişatı açısından da, pek çok noktada “edebi” yapıların kullanıldığı, kurgunun tamamen gerçekçi olarak değil, yazarın anlatmak istediği konuya yönelik olarak ilerlediği söylenebilir.
 

Örneğin, Fakir Baykurt’un romanın ilk kısmında anlattığı iki önemli olayın ikisi de doğrudan bir bağ kurma fikrine bağlanır. Hem Kır Abbas’ın kardeşi Pat Ali’nin düğün hazırlıkları için üzüm ve şarap bulamaması, hem de köye gelen satıcının dalga geçer gibi bir tonla üzüm ve kil satıp halkı aşağılaması, “bağı” okuyucu için bir ihtiyaç ve roman için doğal bir gereklilik haline getirir.
 

Üzüm satıcılarının kendileriyle dalga geçemeyecek olması, Sünni köylülerin kendilerine üzüm satmaması gibi dertler, bir bağ kurulması ile çözülebilecek problemlerdir.
 

Bu geleneksel roman şemasını kıran iki istisna, Kır Abbas ile Cennet Kadın’ın rüyalarının anlatıldığı sahne ile, haklarını aramak için köye inen Tozaklıların ifadelerinin kendi ağızlarından sunulduğu anlardır.1
 

Fakir Baykurt’un kullandığı dil de, romanın ilgi çekici özelliklerindendir. Anlatının geneli yukarıda bahsedilen basit ve temiz bir Türkçe ile ilerlese de, karakterlerin kendi aralarında konuşmaları bölgenin şivesi ile yazılır.  Bu şivenin içinde “yanlış” telaffuz edilen kelimeler ve isimler de vardır. Örneğin, eğitmen “Rıza” köy halkı için “Irıza,” Rıza’nın kendi öğretmeni Rauf Rıza için “Irauf” olur.
 

Fakir Baykurt’un köylülerin konuşma dilini birebir yansıtma çabası, günlük kelimelerde ve argo sözcüklerde de devam eder. Yazar, zaman zaman anlatıyı bu karakterlerin söylediği türkülerle ve okuduğu manilerle de böler. Bu sayede, okuyucunun buradaki atmosferi daha iyi anlaması ve benimsemesi sağlanmaya çalışılır.


1s. 310 – 316



Romanın en bariz ve en rahat tespit edilen sembolü, aynı zamanda bir motif olarak da kullanılan “kaplumbağalar”dır. Romanda kaplumbağalar Tozak köyünde yaşayanları temsil eder. Yavaş yavaş ama istekli ve çalışkan bir şekilde hareket eden bu hayvanlar ile Tozak köyünün akıbeti arasındaki bağlantı, daha ilk sayfalardan görülebilir.
 

Sıcağa, zorlu yola ve diğer tüm engellere aldırmaksızın bir engele doğru ilerleyen kaplumbağa, Tozak Köyü’nü ve bunların bir bağ kurma çabasını temsil eder. Ortada hiçbir şey yokken bu kaplumbağayı ters çeviren el - Kır Abbas’ın eli - devlet gibidir. Kendi halinde hedefine doğru giden “mağdur”, bir anda ters çevrilir ve ne olduğunu anlamadığı, çaresiz bir durum içinde kalır. İronik bir şekilde, romanın sonunda aynı duruma düşürülen Tozak Köyü ve özellikle de bağ fikrine fazlasıyla bağlanan Kır Abbas olur.
 

Kaplumbağa – köylü paralelliğinin en net olarak görüldüğü noktalardan bir tanesi, romanın ilk kısmının on beşinci bölümüdür. Başlıca olayı Senem’in doğum yapması olan “Kaplumbağa Yavruları” bölümü, bir tarafta Yeşer’in doğum sahnelerini betimlerken, diğer tarafta da Kır Abbas’ın iki kaplumbağa yavrusunu Senem ve Esme’nin çocuklarının beşiğine asmak için öldürmesini anlatır.
 

Köylülerin çocuklarının dünyaya geldiği bu bölümün, “Kaplumbağa Yavruları” olarak adlandırılması, Fakir Baykurt’un bu sembolizmi son derece bilinçli bir şekilde kullandığını da okuyucuya göstermiş olur.
 

Romanda kaplumbağa, yalnızca bir sembol olarak kullanılmaz, aynı zamanda pek çok tasvirde kullanılan bir motif haline de gelir. Tozak Köyü – Kaplumbağalar sembolizmini güçlendirmek için kullanılan betimlemelerden bir tanesi, Kır Abbas’ın kaplumbağa gözlerine benzeyen gözleridir. Aynı şekilde, Tahriratçı Sırrı Bey’in ellerinin arkası da kaplumbağa sırtlarına benzetilir. Bu tarz örnekler ve benzetmeler, roman boyunca pek çok noktada karşımıza çıkar.1
 


1s. 280, 304-305
canlı bahis siteleri rulet siteleri bahis siteleri yeni giris casino siteleri bahis siteleri free spin veren siteler casino siteleri deneme bonusu bahis siteleri canlı casino siteleri slot siteleri grandpashabet betwoon