Roman analizlerimizi okurken, “batılılaşma” ve “doğu – batı sorunu”, “doğu – batı çatışması” gibi kavramlar kullandığımızı görebilirsiniz. Bu kavramların anlamının her zaman net olmayabileceğini düşündüğümüz için, bu yazıyla tam olarak ne ifade ettiklerini biraz açıklamaya ve iki kavram arasındaki farkı vurgulamaya çalışacağız.
“Batılılaşma” kavramı, tahmin edebileceğiniz gibi, Osmanlı Devleti’nde özellikle 19. Yüzyıldan itibaren hızlanan “Avrupa’ya benzeme”, “Avrupa’yı taklit etme” çabaları ile alakalıdır. Bu dönemde, özellikle ekonomik, askeri ve bürokratik açılardan Avrupa’daki güçlü devletlerin gerisinde kalmakta olduğunu fark eden Osmanlı devlet adamları, Batı’nın belli başlı alanlarda kendilerinden daha gelişmiş olduğunu kabul edip, çeşitli reform hareketlerine başlamıştır.
19. Yüzyılın başında; III. Selim, II. Mahmut ve I. Abdülmecid dönemlerinde hız kazanan reform hareketleri, Yeniçeri Ocağının kaldırılması, Batılı tarzda yeni bir ordu kurulması ve Tanzimat – Islahat gibi fermanların ilan edilmesi ile örneklendirilebilir.
Bu tarihi anlatım, batılılaşma meselesinin özünü yakalamakla beraber, ortaya çıkan toplumsal gelişmeleri tam anlamıyla kafada canlandırmayabilir. Osmanlı Devleti ordusunda ve devlet yönetiminde Avrupa’nın yöntemlerini “ithal ederken”, aynı zamanda bu sistemler içinde çalışabilecek insanlara da ihtiyaç duymaya başlamıştır.
Bu nedenle, özellikle İstanbul ve diğer büyük şehirlerin zengin aileleri içinde, Batılı bir eğitim sistemi içinde yetişen, kimileri Avrupa’da okuyan, çok iyi Fransızca, Almanca veya İngilizce konuşan, Avrupa’yı gezip gören bir kesim ortaya çıkar. Zamanla, Avrupa’nın etkisi altında yetişen bu insanlar, bu kültürü sadece devlet – ordu işleri için değil, günlük hayatları için de ideal bir sistem olarak görmeye başlarlar ve git gide eski, geleneksel, alaturka yaşamları yerine, Avrupa’da gördüklerine uygun bir yaşam tarzını kabullenirler.
Bu durum, Osmanlı toplumu içinde, çok basitleştirerek ikiye ayırabileceğimiz bir bölünmeye neden olur: bir tarafta, Batılılaşmanın iyi bir şey olduğunu, medeni, modern bir hayat tarzının ancak Batı’yı taklit ederek edinilebileceğini savunan ve hayatını buna göre yaşayan kesim, diğer tarafta ise kendi geleneklerine, adetlerine ve yaşam tarzlarına bağlı kalmayı tercih eden kesim bulunur.
Elbette, durum sadece iki görüşe indirgenemez. Bu iki seçeneğin arasında, daha karmaşık, daha farklı düşünce sistemleri de gelişir. Örneğin, günümüzde artık klişe haline gelen, “Batı’nın iyi yanlarını alma” ifadesinin kökleri de burada yatmaktadır. Pek çok düşünür, Osmanlı toplumunun kendi adetlerini, kendi tarihi yapısını koruması gerektiğini, Avrupa’nın kültürel “yozlaşmışlığına” kapılmaması gerektiğini, fakat Osmanlı’dan daha iyi olduğu alanların da ülkeye girmesini savunur.
20. Yüzyılda Osmanlı Aileleri: Toplumda görülen farklı kültürel etkiler bu resimlerden anlaşılabiliyor.
“Batılılaşma” sorununu merkeze koyan romanlar, Osmanlı toplumunda yaşanan bu değişimden etkilenmiş karakterleri ve bunların toplumun geri kalanı ile yaşadığı problemleri konu alırlar.
Tanzimat romanlarında ele alınan batılılaşma meselesi, bu konuya iyi örnek teşkil eder: Bu romanların genelinde, kendi kültürünü feda etmeden, nereden geldiğini unutmadan Batı’nın pozitif yönlerini alan karakterler övülür, yüzünü tamamen batıya dönen, hayatının her alanında Batı’yı taklit eden karakterler eleştirilir. Mesire yerlerine gitmek, kadınlı erkekli gruplar halinde gezmek, çok fazla içki içmek ve kumar oynamak gibi “batı adetlerinin” topluma girmeye başlaması talihsiz durumlar olarak gösterilir. Elbette, tüm bunlar değerlendirilirken, “Tanzimat Romanı” kavramının doğası gereği “batılılaşmanın” bir ürünü olduğu unutulmamalıdır, zira “roman” Avrupa’dan gelen bir türdür ve batılılaşma öncesinde Osmanlı topraklarında bir örneği yoktur.
Peki, “batılılaşma” ve “doğu – batı” kavramlarının iki farklı kavram olarak kullanılmasının sebebi nedir? Bu iki kavram arasındaki fark nerede yatmaktadır?
Orhan Pamuk'un Beyaz Kale romanı, "Doğu - Batı" konusunu ele alan en önemli romanlardan biri olarak gösterilebilir.
Bu soruya net bir cevap vermek zor olduğu gibi, iki kavramın birbiri yerine kullanılabileceği de doğrudur.
Buna karşın, “batılılaşma” konusu, genellikle Cumhuriyet dönemi öncesinde yazılan romanlar için kullanılır. Bu dönemde batılılaşma Osmanlı toplumu için oldukça yeni bir durumdur, güncel bir gelişme olarak devam etmektedir ve bu konuyu kitaplarında kullanan yazarlar, onu günlük hayatlarında yeni, gerçekleşmeye devam eden bir kavram olarak gözlemlemektedir. Dolayısıyla, kelimenin yapısından da anlaşılacağı gibi, ortada sürmekte olan bir “batılılaşma”, toplumun belli kesimlerinin yavaş yavaş batılı hale gelmesi durumu vardır.
Daha sonraki dönemlerde ise, “batılılaşma” artık toplumun belli sosyal gruplarında, devletin neredeyse tüm noktalarında, bir anlamda tamamlanmış veya kendisini kabul ettirmiştir. Dolayısıyla, bu kesim için mesele artık “batılılaşmak” veya “batılılaşmamak” değildir. Bu süreç zaten gerçekleşmiş, toplumun belli kesimlerinde kabul görmüş olduğu için, “batı” Türkiye Cumhuriyeti kültürünün bir parçası haline gelmiştir.
Ama tabi ki, toplumun çeşitli alanlarında ve kesimlerinde, yüzyıllardır devam etmekte olan “doğu” veya “Türk” gelenekleri bir anda silinip ortadan kalkmaz. Tanzimat döneminde ve sonrasında “yeni” bir durum olan, muhafazakar kesim tarafından bir tehdit olarak algılanan batılılaşma, artık bir gerçek halini almıştır. Bir başka deyişle, Türkiye Cumhuriyeti toplumu artık “batılılaşan” bir toplum değil, doğu ile batının aynı anda var olduğu bir toplum haline gelmiştir.
Bu durumun yarattığı sosyal gerilimleri, bireysel kafa karışıklıklarını, tuhaf insan ilişkilerini ve çeşitli çatışmaları / karşılaştırmaları merkezine alan, bu konu üzerinden ilerleyen romanlar için, “batılılaşma” kavramından ziyade, ortada iki yönlü bir mesele olduğu için, “doğu – batı” ikilemini kullanmak, iki dönem arasındaki farkı daha iyi ortaya koyabilir.