Sultan Hamid Düşerken’in merkezindeki karakter, Mehmet Şahabettin Paşa’nın kızı Nimet olsa, da Mehmet Şahabettin Paşa ve Şefik gibi karakterler de hikayede önemli rol oynar.
Dönemin koşullarına göre oldukça farklı bir şekilde yetiştirilen Nimet, “evde kalmış” denilecek yaşa kadar evlendirilmeyen, yıllarca üst düzey mevkilerde bakanlık yapmış babasıyla siyaset konuşacak kadar zeki ve bilgili bir karakterdir.[1] Romanın başlarında Mehmet Şahabettin Paşa’nın gazeteleri onunla birlikte okuması, sık sık onun düşüncelerini sorması, Nimet’in 1900’lü yılların başında yaşayan sıradan bir kadın olmadığını gösterir.[2]
Nimet’in karakterinde öne çıkan iki nokta, onun gerçekçiliği ve sınır tanımayan iktidar hırsıdır. Edebiyatta kadın karakterlerle çok sık özdeşleştirilen aşk, sevgi, duygu gibi kavramlardan büyük ölçüde uzak kalan Nimet[3], tartışmasız bir şekilde romanın en güçlü karakteri olarak kurgulanır. Babasının ölümünden sonra bütün evi kontrolü altına alan Nimet, kocası Şefik’i de kendi politik hırsları için bir kukla gibi kullanır.
Romanda Nimet’in kendi kendisini belki de en iyi tanıttığı nokta, 108. sayfadaki şu alıntıdır:
Eğer hayat dahi bir nevi piyes ise, o kendisine romantik değil de realist bir piyes rolü seçmiş bulunuyordu ve bu realist piyesin kabul ettiği rolünde aşk için en ufak bir fedakarlık da yazılı değildi.
Nimet’in aşk yerine daha “gerçek” konularla ilgilenmesi, onun özel hayatında da belirleyici etkiye sahip olur. Müstakbel kocasını ilk gördüğünde, onun konuşmalarından “Meclis kürsüsünde, iktidar mevkiinde güzel konuşacağı”nı düşünerek etkilenen Nimet,[4] hayatta tek sevdiği insan olan babasının ölümünü bile, yeni siyasi maceraların hevesiyle atlatır.[5]
Bu durum, elbette onun Şefik ile ilişkisinde de belirleyici rol oynar. Nimet’in elinde adeta bir “balmumu gibi” şekillenen Şefik,[6] eşinde cinsel arzu ve tutkular uyandırmakla birlikte[7], onun tarafından gerçekten sevilmez. Şefik, dönemin koşulları nedeniyle bizzat siyasete atılmasına imkan olmayan Nimet’in, ulaşamadığı bu arenada kullandığı bir kuklası gibidir.
Hem Nimet’in karakterini, hem de romanın yapısını anlayabilmek için, onun Sultan Hamid’e yaklaşımını irdelemek de faydalı olabilir.
Ailesinin yapısı nedeniyle, romanın ilk bölümlerinde Sultan Hamid’i destekleyen ve İttihatçıların karşısında yer alan Nimet, bu konuda babasını eleştirmeyi bile düşünür:
Nimet Hanım “Ya siz ne yaptınız? Otuz üç yıllık padişahınıza karşı bu fena günde sadakatinizin bir delilini gösterdiniz mi?” diye sormaya cesaret edemedi. [8]
Ancak Nimet’in hırslı ve gerçekçi yapısıyla değerlendirildiğinde, onun padişaha karşı duyduğu sadakat bile yalnızca kendi güvenliği, alışık olduğu hayatın devam etmesi ve iktidarda söz sahibi olabilme isteği ile alakalıdır. Romanın sonlarına gelindiğinde, Abdülhamid’in tahttan indirileceği büyük ölçüde anlaşılmış olur. Nimet, bu durumda kendilerinin de “onun aleyhine geçmekte istical göstermeleri” gerektiğini savunur.[9]
İktidar hırsıyla çevresindeki herkesi kullanmaya ve yönetmeye çalışan Nimet, romanın sonunda istediği amaçlara ulaşamaz. Anlık bir yükselme için İttihat ve Terakki’yi karşısına alması, onun yanlış bir kararı olur ve Şahabettin Paşa’nın kızı kendi güvenliği için çareyi Rusya’ya kaçmakta bulur.
Ancak, roman genelinde oynadığı rol, insanları manipüle etmekteki becerisi, siyasi koşulları değerlendirmede sahip olduğu bilgi ve beceri, onu yalnızca romanın değil, tüm Türk Edebiyatı’nın kayda değer kadın karakterlerinden biri haline gelir. Bu bağlamda, Nimet gibi bir karakterin yalnızca erkeklerin oynadığı politik oyunlarda bir figüran olarak değerlendirilmemesi, bu oyunun baş aktörü haline gelmesi nedeniyle, Sultan Hamid Düşerken feminist bir roman olarak da kabul edilebilir.
Sultan Hamid Düşerken’in merkezindeki karakter, Mehmet Şahabettin Paşa’nın kızı Nimet olsa, da Mehmet Şahabettin Paşa ve Şefik gibi karakterler de hikayede önemli rol oynar.
Romanın ilk yarısında önemli karakterlerden bir tanesi olarak karşımıza çıkan Mehmet Şahabettin Paşa, hayatını kaybedene kadar üç önemli özelliği ile ön plana çıkar.
Mehmet Şahabettin Paşa’nın en çok vurgulanan özelliği, fazlasıyla ilerlemiş olan yaşıdır. Kırk yıl boyunca devlette farklı pozisyonlarda çalışan ve bunun yorgunluğunu yaşayan Mehmet Şahabettin Paşa, yazarın deyişiyle fiziksel anlamda bir “külçe halini” almıştır.[1]Davranışları, kıyafetleri ve tavırlarıyla, otuz üç senedir devam etmekte olan Abdülhamid devrinin bile değil, ondan da önceki devirlerin bürokratlarını andırır.[2]Bu yapısıyla, Mehmet Şahabettin Paşa, artık kapanmaya yüz tutmuş bir devrin temsilcisi gibidir.
Yaşlılığı, onun romandaki ikinci özelliğine de ışık tutar. Artık fiziksel olarak tamamen tükenmiş olan Mehmet Şahabettin Paşa, ailesinin reisi olarak ev içinde önemini korusa da, fazlasıyla düşkün olduğu ve sürekli fikir alışverişine girdiği kızı Nimet onun üzerindeki etkisi sayesinde evin gerçek “lideri” haline gelir. Bu durum, Mehmet Şahabettin Paşa’yı Nimet’in daha sonra Şefik’e yükleyeceği rollerin de bir öncüsü haline getirir.
Yaşanan olaylar sırasında Sultan Hamid’e daha yakın bir görüntü çizen, siyasi olarak onun tahtta kalmasına ve gücünü korumasına taraftar olan Mehmet Şahabettin Paşa, bu noktada tıpkı kızı gibi her şeyden önce kendi iyiliğini ve çıkarlarını düşünen bir karakter olarak tanımlanabilir. Nahid Sırrı Örik, romanda bunun somut bir kanıtını da verir: Paşa’nın akıl almaz servetinin kaynağı, altmış yıllık bürokratlık hayatı değil, Maliye Nazırıyken İngilizlerden aldığı bir rüşvettir.[3]
Bu doğrultuda, onu Abdülhamid’e bu kadar bağlayan da gerçek bir sevgi veya ülkenin iyiliği için onun padişah kalması gerektiği gibi bir düşünce olmaz. Mehmet Şahabettin Paşa, “iliklerine kadar hükmünü icra etmekte devam eden Abdülhamid korkusu” ile hareket eder.[4]Onu padişahına bağlayan gerçek bir sadakat değil, sadık olmaması durumunda başına gelebileceklere karşı hissettiği bir korkudur.
Sultan Hamid Düşerken’in merkezindeki karakter, Mehmet Şahabettin Paşa’nın kızı Nimet olsa, da Mehmet Şahabettin Paşa ve Şefik gibi karakterler de hikayede önemli rol oynar.
Romanın en önemli kurmaca karakterlerinden biri olarak tanımlayabileceğimiz Binbaşı Şefik Bey, hikayeye girdiği andan itibaren yaşanan olayların seyri üzerinde büyük etki sahibi olur. Nimet’e ilk görüşte aşık olan Şefik, babasının İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından yargılanmasını engelleyerek Nimet’in alıştığı hayatını sürdürmesine olanak sağladığı gibi, Mehmet Şahabettin Paşa’nın ölümünden sonra Nimet’e iktidar üzerinde rol sahibi olma imkanı tanır.
Binbaşı Şefik Bey’in roman içindeki rolü, üçe ayrılarak incelenebilir.
Şefik’in ilk amacı, romanın merkezindeki konu için son derece önemli olan İttihat ve Terakki Cemiyeti üyelerini yansıtıyor olmasıdır. Bu cemiyetin en etkili olduğu bölge olan Rumeli’den gelen Şefik, hırslı, yükselmeye çalışan, başarıya aç bir karakter olarak resmedilir.[1] Hatta, roman genelinde Nimet tarafından kullanılsa da, onunla evlenme kararında kendisinin de Nimet’i ve babasının zenginliğini kullanma niyeti görülür.[2]Romanın genel tonu içinde, yazar Nahid Sırrı Örik’in İttihatçıların tarafını değil, Sultan Abdülhamid’in tarafını tutuyor olması, onun Şefik üzerinden bazı eleştiriler getirmesini mümkün kılar.
Şefik’in dağlarda çetelerle savaşmaktan, İstanbul’un en nüfuzlu ailelerinden birine uzanan yolculuğu, ona roman boyunca yapıştırılan bir “sonradan görmelik” etiketinin ortaya çıkmasına yol açar.[3][4] Mehmet Şahabettin Paşa’nın konağında yaşamaya başlamadan, “üç aylığını bir arada”[5] bile görmemiş olan Şefik, daha sonra arabasını hazırlatmadan “beş ev öteye” gidemez hale gelir.[6]
Bu özelliklerin, yazar tarafından yalnızca Şefik’e değil, İttihat ve Terakki’nin geneline getirilen bir eleştiri olduğu ise, Talat Bey’in evlerine yemeğe davet edildiği sayfalarda iyice anlaşılır. Kocasını sonradan görme olarak nitelendiren Nimet, Talat’ın zekasına ve başarısına hayran kalsa da, onu yemek yerken gördükten sonra kocasının ona göre “kıyas kabul etmeyecek kadar” daha düzgün halli olduğunu düşünür.[7]
Şefik’in romandaki ikinci önemli boyutu, II. Abdülhamid tamamen “kopuş” olarak nitelendirilen II. Meşrutiyet’in aslında kendinden önceki dönemle bu kadar net bir şekilde değerlendirilemeyeceğini göstermesi olur. İstanbul’a geldiğinde İttihat ve Terakki’nin en önemli adamlarından biri olan Şefik, eski düzenin önemli temsilcilerinden bir paşanın kızıyla evlenir ve yerleşmiş statükonun bir parçası haline gelir.
Bu durum, romanda Mehmet Şahabettin Paşa’nın ona kendisini kurtarması karşılığında hediye etmeye çalıştığı bir sigara kabıyla açıklanır. İlk görüşmelerinde yanlış anlaşılacağından korkup bu değerli sigara kabını almayı reddeden Şefik, romanın sonlarına doğru onu yanında taşıyan, yoldaşı Talat Bey’e buradan sigara ikram eden bir karakter haline gelir.[8]
246. sayfada, “dokuz on ay evveline kadar İkinci Abdülhamid’i tarihin bildiği en kanlı müstebitlerinden biri olarak kabul etmiş ve kendisine karşı sonsuz bir kin beslemiş” olan Şefik’in, Nimet ile konuşurken onun tahtta kalmasının kesinlikle gerekli olduğu yönünde cümleler söylemesi de, bunun bir başka somut kanıtıdır.
Elbette, tüm bunların ötesinde Şefik’in romandaki en büyük rolü, Nimet’in Osmanlı Devleti üzerinde etki sahibi olmaya çalışırken kullandığı bir “kukla” olmasından kaynaklanır. Siyasi hayata atılma kararını Nimet ile evlenebilmek için veren Şefik, kadın olduğu için bu hayata kendisi giremeyen Nimet’in temsilcisi haline gelir. Öyle ki, siyasi hayatta başarısızlıklar yaşadığı zaman buna kendi üzüleceği yerde, Nimet’in karşısına nasıl çıkacağını düşünür hale gelir.[9][10]
Bu konuda daha fazlası için, Nimet sekmesine göz atabilirsiniz.
Sultan Hamid Düşerken’in merkezindeki karakter, Mehmet Şahabettin Paşa’nın kızı Nimet olsa, da Mehmet Şahabettin Paşa ve Şefik gibi karakterler de hikayede önemli rol oynar.
Sultan Hamid Düşerken romanının dikkat çekici özelliklerinden bir tanesi, romanın resmi tarihte çoğu zaman “kötü” bir yönetici olarak gösterilen II. Abdülhamid’e olumlu yaklaşmasıdır.
Bu “olumlu yaklaşım”, romanın karakterleri tarafından hissedilen bir duygu olarak açıklanamaz. Hem Mehmet Şahabettin Paşa, hem de Nimet siyasi olarak II. Abdülhamid’e yakın bulunsalar da, iki karakterin açıklamalarında da okunabileceği gibi, asıl olarak ön plana koydukları kendi pozisyonları ve güvenlikleridir.
II. Abdülhamid’e yaklaşımı kayda değer kılan, romanın anlatısında bu padişahın ele alınış şekliyle alakalıdır. Nahid Sırrı, romanında toplumsal bir mesaj vermeye veya Abdülhamid döneminin iyi yanlarını yansıtmaya çalışmaz. Fethi Naci’nin eleştirisinde ifade ettiği gibi, “gönlü de, kafası da Sultan Hamid’den yana” olan yazar, “toplumumuzun belirli bir tarihsel kesitini bütün gerçekçiliğiyle yansıtmaktan” geri kalmaz.[1]
II. Abdülhamid'in gençlik yıllarından bir fotoğraf
Nahid Sırrı’nın Abdülhamit portresinde farklı olan, Cumhuriyet dönemi tarih yazımında sık sık “kötü adam” olarak gösterilen padişahı çok daha yumuşak huylu, iyi niyetli bir insan olarak göstermesidir.
Romanın başında ve sonunda Abdülhamid ile ilgili vurgulanan en önemli nokta, onun yaşlı, otuz üç yıllık saltanatın yorgunluğunu yaşayan, bitkin ve enerjisi kalmamış bir adam olduğu görüşüdür.[2]
Bu yorgunluk hissi, Abdülhamid’in ne olursa olsun kendi otoritesini, rejimini sürdürmek isteyen bir adam olduğu imajına karşı çıkacak şekilde geliştirilir. Padişah, Meşrutiyet’in ilan edilmesinden sonra, 31 Mart Olayı yaşandığında bile sözlerine sadık kalır, Kanun-ı Esasi ve Meşrutiyet’i sona erdirmeye çalışmaz. [3]
Çok daha önemlisi, hem romanın anlatısı içinde, hem de çeşitli karakterler tarafından, Selanik’ten harekete geçen orduyu, üstelik de kolaylıkla durdurabilecek gücü olduğu söylenmesine karşın, hiçbir zaman karşısına almaya çalışmaz.[4] Yaşanılan sorunların Bulgaristan ve Yunanistan gibi, Osmanlı topraklarını ele geçirme planları olan diğer ülkeler tarafından fırsata çevrilmemesi, ülke içinde düzenin bozulmaması için elinden geleni yapar.[5]
Kısacası, Abdülhamid ne olursa olsun kendi çıkarlarını korumak isteyen bir padişah değil, halkın isteklerine kulak veren, onlara verdiği sözleri tutan, her şeyden önce ülkesinin düzen içinde ve dış tehditlere karşı birleşmiş şekilde kalmasını isteyen bir padişah olarak resmedilir.
Tüm bunların sonucunda, Abdülhamid İttihat ve Terakki’ye karşı çıkmak, onlara karşı savaşarak tahtını korumaya çalışmak bir yana, Hareket Ordusu’nun İstanbul’a girişinden sonra kendisini tahtta bırakma ihtimalinden korkacak kadar yorgun ve tükenmiş bir adam haline gelmiştir.[6]
[1] Naci, Fethi. Yüz Yılın 100 Türk Romanı. İş Bankası Yayınları, 2. Baskı. s. 193