Al Gözüm Seyreyle Salih, Karadeniz kıyısında, belli dönemlerde turistlerin sık sık uğradığı, ancak bunun haricinde önemsiz bir kasaba olarak resmedilir. Yaşar Kemal, romanın geçtiği yeri açık ve net olarak ifade etmese de paylaştığı bilgiler bu bölgenin günümüzde İstanbul sınırları içinde yer alan Şile taraflarında olduğunu anlamamızı sağlar.
Salih, romanın 121. sayfasında Oduncu Koca Duran ile karşılaşır. Salih’in yakaladığı arıya ilgi gösteren Oduncu Koca Duran, gittiği yolun “Kabakkoz Köyü”ne çıktığını ifade eder.[1]Bu köyün bulunduğu yer yukarıdaki haritadan görülebilir.
Özellikle günümüzde daha “somut” bir kanıt teşkil edecek bilgi ise, Salih’in romanda sık sık sahilde oynamaya gitmesi ve gördüğü adalardan bahsetmesidir. Roman boyunca adı sık sık geçen Ocaklı Ada da, kitabın mekanını daha net olarak belirlemeyi mümkün kılar.[2] Salih, 71. sayfada Ocaklı Ada’dan bahsederken, ada üzerindeki yıkılmış kale kalıntılarına kadar yükselen dalgaları betimler.[3] Ocaklı Ada üzerinde bulunan ve günümüzde zaman zaman “Ocaklı Ada Kalesi”, zaman zaman da “Şile Kalesi” olarak tanımlanan bu tarihi mekan, bir süre önce yapılan restorasyon çalışmasıyla gündeme geldiği için rahatlıkla hatırlanacaktır.
Al Gözüm Seyreyle Salih’in mekanı, genellikle Türkiye’nin güneyinde geçen romanlarıyla tanınan Yaşar Kemal açısından da farklı bir mekan tercihi olarak görülebilir. Bununla birlikte, romanda asıl ön plana çıkan zamandır. 1976 yılında yayımlanan ve roman içinde açık bir şekilde tarih paylaşılmasa da bu dönemde geçtiği anlaşılabilen roman, dönemin siyasal atmosferinden fazlasıyla etkilenir Roman içinde sık sık tekrarlanan tutuklanma, üniversite öğrencilerine işkence yapma gibi unsurlar, romanın sonlarına doğru Salih’in başından geçen olayla farklı bir boyut kazanır.
Ne olduğunu bilmeden, turist bir kızdan aldığı Che gömleğini giyen Salih, bu nedenle mahalledeki aşırı sağcı gençlerin saldırısına uğrar. Üstelik, Salih’i sorguya çekip tekrar tekrar döven bu üç genç resmi otoritelerle de işbirliği içindedir. Henüz on bir yaşında bir çocuk olan Salih yediği dayaklardan sonra bir de karakola götürülüp burada işkence görür.
Romanın geçtiği 1970’li yıllarda yaşanan şiddetli sağ – sol çatışmasının bir sonucu olan bu olayları daha iyi anlamak için, dönemin koşullarını anlamak faydalı olabilir. Bu konuda daha fazla bilgi için, Arka Plan ve Toplumsal Eleştiriler bölümlerine göz atabilirsiniz.
Al Gözüm Seyreyle Salih’in merkezinde rahatlıkla tespit edilebilecek bir çatışma yer alır: İyi insanlar ve kötü insanlar. Bu şekilde söylendiğinde çok basit bir tespitmiş gibi gözükse de, Yaşar Kemal romanında iyi insanlar ile kötü insanları birbirinden çok net bir şekilde ayırır, hatta bu ayrımı romanın belli noktalarında açıkça ifade eder. Bununla birlikte, “iyilik” ve “kötülük” gibi kavramların ilk anda gözüktüğü kadar “kolay” bir şekilde kullanılmadığı da önemli bir detaydır.
Romandaki iyi ve kötü insanların, romanın odak noktasındaki karaktere, yani Salih’e göre belirlendiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Buna göre, Salih’in eniştesi Mustafa’da, hayran olduğu balıkçı Temel Reis’te, komşusu Metin’de, Demirci İsmail Usta’da ve Doktor Yasef’te görülebilecek bazı özellikler, “iyi insanlığın” bu romandaki karşılığı olarak okunabilir. Aynı şekilde, büyükana, Hacı Nusret, Sakıp ve Salih’i döven delikanlılar da, “kötülüğün” vücuda gelmiş hallerini gösterir.
Romanı okuduktan sonra bu karakterlerin hangilerinin iyi, hangilerinin kötü olduğu konusunda pek bir soru işareti kalmasa da, anlatının belli bölümleri bunları okuyucuyla doğrudan da paylaşır.
Örneğin Salih, hayal dünyasındaki yılanların kasabadaki herkesi soktuğunu düşlerken, “çocuklara beyefendi diyen kibar doktor” Yasef’in, Temel Reis’in, İsmail Usta’nın asla sokulmayacağını, aksine, yılanların onlara hediyeler getireceğini ifade eder.[1] Yine aynı hayal dünyasında, konduğu her dalı solduran, değdiği toprağı kurutan güvercin, “bir büyükananın, bir Arnavutoğlu Behçetin, bir Boşnak Nihadın, bir Sakıp çocuğun, bir Hacı Nusretin donuna” girer, daha sonra tekrar güvercin olur.[2] Salih’in zihnindeki bu düşünceler, onun gözünde romanda hangi karakterlerin iyi, hangilerinin ise kötü olduğunu açıkça gösterir.
Bu karakterler, Yaşar Kemal’in romanda “iyi” ve “kötü” kavramlarını nasıl kullandığına da dikkat etmeyi gerektirir. Çok basit bir yaklaşımla, “İyi” karakterler olarak gördüğümüz kişilerin de aslında “kötü” şeyler yaptığı görülebilir. Metin, hayatını kaçakçılık yaparak kazanmaktadır. Salih, büyükanasına yıllardır beklediği kocasının öldüğünü söylemek gibi, oyuncak kamyonu satın almak için onun altınlarını çalmaya çalışmak gibi, daha sonra bu oyuncağı Sakıp’tan çalmak gibi davranışlarda bulunur.
Ancak yazar, adil olmayan bir dünya düzeni içinde bu davranışlardan çok karakterlerin içini, insanlığını ve diğer karakterlere yaklaşımını önemser.
Ona göre “iyi” insanlar, bir sonraki sekmede daha detaylı okuyabileceğiniz gibi, doğayı seven, hayvanlara iyi davranan, yalnızca bir martının ölmeyeceğini bildikleri için mutlu olabilen, çocuklara sevgiyle ve saygıyla yaklaşan kişilerdir.[3] Aynı zamanda, Demirci İsmail ve Temel Reis örneklerinde görülebileceği gibi, çalışmak, çalışırken ve üretirken alçakgönüllü olmak da iyi insanların özellikleri arasında yer alır.
Bu durumun iyi bir örneği, Salih’in babasıdır. Salih ile babası romanda fazla yakın değildir. Hatta Salih, bir noktada açık açık Temel Reis’in oğlu olarak doğmuş olmayı bile diler.[4] Ancak Salih, babasının dönem dönem gelen ani çalışma hevesleri sırasında, herkesten çok onu sevdiğini ve sadece onun gibi olmak istediğini hisseder.[5]
Kötü insanların ön plana çıkarılan özellikleri de, büyük ölçüde, iyi insanlara tamamen zıt şekilde davrandıkları noktalardır. Mustafa Enişte, Temel Reis, Salih gibi karakterler, martının kanadının iyileşmesi umuduyla mutlu olurken, bunu sağlama imkanı olduğu halde martıya yardım etmeyen büyükana, romandaki kötü karakterlerin başında gelir. Onun romanın sonunda martının kafasını koparması ise, romanın kurgusu içinde, belki de yapılabilecek en “kötü” şeydir.
Tıpkı iyi karakterlerde olduğu gibi, kötü karakterlerde de Yaşar Kemal bazen ilk anda akla gelebilecek sınırların dışına çıkar. Salih’in takıntılı hale geldiği kamyonu satın alan Sakıp, henüz Salih’le aynı yaşta, gerçek anlamda kötü olamayacak bir karakter gibi gözükür. Ancak onun kamyonla oynama tarzı, kamyona dil çıkarıp, tekme atması; kısacası elindekinin kıymetini bilmemesi, onu Salih’in gözünde romanın kötü karakterlerinden biri haline getirir. Salih, benzer şekilde mahalledeki çocukları da “açgözlü, kavgacı ve dedikoducu” oldukları için sevmez. Bunlar, yukarıdaki şemada da görebileceğiniz gibi, romandaki kötü karakterlere atfedilen özelliklerdir.[6]
Yaşar Kemal, roman boyunca iyi karakterlere hep coşkuyla, romantik bir şekilde yaklaşsa da, yazarın belli açılardan karamsar olduğu da söylenebilir. 263. sayfadaki şu alıntı, ona göre dünyadaki “kötü insanların” etkisinin iyi insanlarınkine göre daha fazla olduğunu hissettirir:
Büyükanası, babası, kasaba, kasabadaki insanların birbirlerinin gözlerini oymaları, kuyularını kazmaları, babasına, Metin abiye davranışları, onlara bir tuhaf yaratıklarmış gibi bakmaları, paragöz olmaları, herkesin kendisini her şeyden daha çok sevmesi… Salih bunların hepsini biliyordu. Hep çocukları dövmeleri, onları aşağılamaları, nerede görürlerse çocuklara sövmeleri… Salihin ağrına gidiyordu ya, ne yapsın çekecekti. Böyle yaratılmıştı dünya.
İyilik ve kötülük arasındaki çatışmanın yarattığı ikilemin romanda en net şekilde karşımıza çıktığı bölüm ise, Doktor Yasef’in yorumlarıdır. Salih gibi, bir martının hayatını kurtarmak için neredeyse kendini feda edecek “iyi” insanların bulunduğu bir dünyada, doktor olarak bulunduğu Sarıkamış’ta doksan bin insanın donarak ölebilmesinin kendisini bir çıkmaza sürüklediğini ifade eden yaşlı doktor, bu noktada Yaşar Kemal’in hislerini de okuyucuya aktarıyor gibidir.[7]
Yaşar Kemal’in pek çok romanında olduğu gibi, Al Gözüm Seyreyle Salih’de de “doğa” önemli bir rol oynar. Özellikle Salih’in martısına duyduğu sevgi üzerinden işlenen bu tema, bir önceki sekmede değindiğimiz “iyi insanlar” ile “kötü insanlar” arasındaki en büyük farklardan birini de oluşturur.
Yaşar Kemal’in oldukça romantik bir şekilde güzelliğini, canlılığını ve masumiyetini ön plana çıkardığı hayvanlar, iyi insanlar için bir mutluluk ve coşku kaynağıdır. Salih, Temel Reis, Mustafa Enişte gibi karakterler, pek çok noktada, yalnızca Salih’in martısının iyileşmesi nedeniyle büyük mutluluklar yaşar.[1] Salih’in denizle çayın birleştiği noktada oluşan ufak göle gelen kuğuları izlediği bölümler, yazarın bu konuyu nasıl ele aldığının bir örneği olarak sunulabilir:
Gözlerinin önünde, yankıları mavi suya düşmüş aklıklar aklıklar… Dingin, uzun, ak boyunları… bir düş dünyası, bir doğaya karışma… Kuğuların aklığına, güzelliğine varma, bütünleşme.[2]
Romandaki iyi karakterlerin doğaya karşı sevgisinin, romanın kötü karakterlerinde hiçbir şekilde bulunmaması da, bu temanın önemini gösterir. Kitabın belki de en zıt karakteri olan büyükananın “kötülüğü”, her şeyden önce Salih’in martısına karşı yaptıkları ile okuyucuya gösterilir.
Doğa ve hayvanlara olan sevgisi, Salih’in hayatının en önemli boyutları arasında yer aldığından[3], bu tema karşımıza “iyi – kötü” çatışmasının ötesinde de çıkar. Bunun en güzel örneği de, Salih’in doğaya zarar veren insanlara karşı tepkisidir. Çocukların oyun olarak kuş tutmasına sinirlenen ana karakter, yakalanmış kuşların gözlerindeki ifadeyi gördükten sonra, bir daha “dünyayı verseler” kuş tutmayacağını düşünür.[4]
Spor veya keyif için hayvanların avlanması, romanda başka noktalarda da karşımıza çıkar. Yukarıdaki alıntıda Salih ve diğer çocukların büyülenerek izlediği kuğular, kısa süre sonra avcılar tarafından vurulmaya başlanır:
Az sonra, az sonra çocukların düşleri bir daha hiç onarılamayacak biçimde, bir daha hiç varılamayacakmış, ulaşılamayacakmış gibi bozuluyordu, ak düşleri kızıl, yabanıl kana boyanıyordu. Bir tüfek patlıyor, bir kuğu çırpınarak suyun yüzünde kalıyor, öteki kuğular telaşsız, ağır kanatlarını açarak uçuyorlar, daha kalkamadan beş on, belki de yirmi tüfek birden patlıyor, içlerinden bir ikisi havada çevrinerek ağır, gölün sularına düşüyordu.5]
Durduk yere doğadaki güzelliklerin yok edilmesi ve bunun çocuklar üzerindeki etkisini irdeleyen bu gibi alıntılar, yazarın insan – doğa arasındaki ilişkide gördüğü çarpıklıkların bir yansıması olarak okunabilir. Elbette, özellikle Salih’in martısı etrafında düşünüldüğünde, romanda buna benzer pek çok alıntı da bulunabilir.
Salih'in ideolojik anlamını bilmeden giydiği Che gömleği, romanın en önemli ögelerinden bir tanesidir.
Ağırlıklı olarak on bir yaşındaki Salih’in hayatına odaklanan Al Gözüm Seyreyle Salih’in başlıca konuları arasında insanların doğayla ilişkileri, iyi insanlarla kötü insanların bir arada bulunması ve Salih’in başından geçen olaylar yer alır. Bu yapı nedeniyle, roman genellikle toplumsal konulardan uzak bir yapıda ilerler.
Yaşar Kemal, belli noktalarda romanın “satır aralarında” bazı toplumsal eleştirilerini paylaşır: Salih’i etrafını merakla seyrettiği için “aylaklıkla” suçlayanların bütün gün kahvelerde boş boş oturanlara bir şey dememesi[1], hayvanların eğlence ve spor amacıyla avlanması[2]ve mahallede bir çocuğu ezmesine rağmen babası zengin olduğu için hiçbir ceza almayan Yusuf Kaval[3], bunun iyi örnekleri olarak gösterilebilir.
Aynı zamanda, “kötü insanlar” ve “Doğa” sekmesinde okuyabileceğiniz pek çok olumsuz unsur, doğrudan topluma karşı getirilmiş eleştiriler olarak da değerlendirilebilir. Bu, zaman zaman romandaki “hayali” hikayeler üzerinden de okuyucuya hissettirilir. Gözbağcı Cerrah Ali’nin oğlu Sultan, Hazreti Süleyman’ın hazinesini bulmayı başarsa da, hazineyi koruyan ejderha, bu çağda “çok zülüm, kötülük, sevgisizlik” olduğu için hazineyi ona vermeyi reddeder. Bu, Yaşar Kemal’in içinde bulunduğu çağı nasıl değerlendirdiğini de okuyucuya göstermiş olur.
Tüm bunlardan ayrılan, “daha spesifik” bir toplumsal eleştiri ise, Arka Plan bölümünde de değindiğimiz siyasi konularla ilgilidir. Romanın belli noktalarında, genellikle Salih etrafında devam eden anlatıya “uymuyormuş gibi” gözüken cümleler kurulur. Gözaltına alınan ve işkence gören üniversiteli öğrenciler hakkında yapılan bu yorumlar, örneğin 177. sayfada Salih’in babası gibi, genellikle farklı karakterler üzerinden romana dahil edilir.
Yaşar Kemal’in bu cümleleri romanın anlatısına bilinçli olarak yerleştirdiği, Salih’in giydiği gömlek yüzünden dayak yemesi ile anlaşılır. Turist bir kızın kendisine verdiği Che gömleğini giyen Salih, kendilerini mahallenin komandoları ilan eden “Türkçü” gençler tarafından neredeyse ölene kadar dövülür. Salih, tekrar tekrar dayak yerken, hatta karakolda işkence görürken, bütün bunların neden başına geldiğini bile anlamaz.[4]
Bundan sonra yaşanan süreç, bir bütün olarak romanın en şiddetli toplumsal eleştirisi olarak okunabilir. Günlerce hasta yatacak, “kan işeyecek” kadar sert şekilde dövülen Salih, ne hata yaptığını bilmediği halde tekrar tekrar sorgulanarak dövülür, karakola götürülür, burada polisler tarafından çeşitli işkencelere maruz kalır. Ne olduğunu anlamayan, yediği dayakların tek sebebi olarak üzerindeki gömleği çalmış olduğunu düşünmeleri ihtimalini gören Salih, bütün süreç boyunca, “kendisini döve döve bayıltan, işemiklerini içirten polisler” martısını görmediği için sevinir.[5]
Yaşar Kemal’in, henüz on bir yaşında bir çocuk olan Salih üzerinden yarattığı bu alıntı, özellikle 1970’li yıllarda benzer koşullarda sorgulanmış pek çok insanın yaşadıklarını da okuyucuya göstermiş olur.
Al Gözüm Seyreyle Salih, kurgu açısından ilginç boyutları olan bir romandır. Salih’i odak noktasına yerleştiren ve hikayeyi üçüncü şahıs anlatıcı üzerinden okuyucuya sunan Yaşar Kemal, romanı on dokuz bölüm halinde sunar.
Bu on dokuz bölümdeki olaylar büyük ölçüde doğrusal bir şekilde ilerler. Bununla birlikte, romandaki zaman yapısının doğrusal olduğunu söylemek mümkün değildir. Yaşar Kemal, belli noktalarda hem geriye giderek karakterlerin geçmişleri hakkında bilgiler verir, hem de bazı bilgileri okuyucuya “hissettirip”, ne olduklarını daha sonra açıklar.
Bunun iyi bir örneği, henüz onuncu sayfada Salih’in büyükanası ile ilgili düşündükleridir. Salih, kanadı kırık martıyı bulduktan sonra büyükanasına “işinin düştüğünü” bildiği için, ona “o kötülüğü” yapmamış olmayı diler.[1] Ancak bu kötülüğün ne olduğu, ancak romanın ortalarına doğru okuyucuyla paylaşılır. Yine romanın başlarında, 26. sayfada benzer bir durum görülür. Salih, bu sayfada Doktor Yasef’in kızından, Büyükananın Halil’inden ve Metin Abi’nin korsanlarından bahseder. Ancak bu kişilerin kim oldukları, hikayeleri ve neden deniz kenarında Salih’in aklına geldiği, romanın ilerleyen bölümlerine kadar okuyucuya bir anlam ifade etmez.
Salih’in kafasındaki bilgilerin okuyucuya farklı anlarda sunulması, bu karakteri daha gerçekçi bir şekilde yaratmayı mümkün kılan bir unsur olarak görülebilir. Ancak romandaki kurguyu daha da karmaşık hale getiren ikinci bir unsur daha vardır.
Yaşar Kemal, farklı zamanları bir arada sunarken, Salih’in hayallerini de romanın metni içinde paylaşır. Bu şekilde, romanda yalnızca “gerçekten” yaşanan olaylar değil, Salih’in hayal ettiği şeyler de karşımıza çıkar. Üstelik, Salih’in hayalleri ile gerçekler arasındaki ayrım da tek boyuta indirgenemez.
Romandaki “hayal”lerin en barizi, Salih’in Korsan Padişahı ve Yılan Şehzade gibi olağanüstü karakterler etrafında şekillendirdiği hayal dünyasıdır. Ancak, aşağıdaki bölümden biraz daha detaylı olarak okuyabileceğiniz bu dünya, romandaki hayallerin yalnızca en ön plandaki boyutunu oluşturur.
Salih, günlük hayatının içinde de sürekli olarak hayal kurar ve bu hayaller metnin içinde, anlatının normal akışı içinde okuyucuya sunulur. Örneğin, Salih oyuncak kamyon ile takıntılı hale geldiği günlerde, Metin Abi’nin bir anda çıkıp kendisine bu kamyonu almayı teklif ettiğini hayal eder. Bu gibi sahnelerde, karakterlerin konuşma şekli, söylenenlerin gerçek olmadığını anlamamızın en iyi yolu haline gelir:
İyi ki geldim yetiştim de sen de hırsız olmak olmadan kurtuldun. (…) Haydi, haydi, şimdi alalım kamyonu.[2]
Salih, benzer umutları Metin kendisi dayak yedikten bir süre sonra mahalleye gelince de yaşar. Metin’in kendisini dövenleri yakalayıp, onları kendisi karşısında aciz duruma düşüreceğini hayal eder.[3]
Bununla benzer bir durum ise, Salih’in gerçekten yaşanan olaylar sonrasında yapmak istediği veya gerçekleşeceğini düşündüğü anlardır. Salih’in takıntılı olduğu oyuncak kamyonu satın alan Sakıp’ı dövdüğünü hayal etmesi[4] veya çocuk kamyonun çalınmasını umursamadığı halde, polislerin kendisini ve Bahri’yi yakalamaya çalıştığını düşünmesi,[5]bu durumun örnekleri olarak gösterilebilir.
Son olarak, Cerrah Ali ve oğlu Sultan’ın define avlarında da gerçek olamayacak unsurlar görülür. Dağın içinde belli bir dua okuyunca açılan kapılar bulunması, Hazreti Süleyman’ın hazinesini koruyan ejderhalarla konuşmalar yapılması da romanın doğaüstü boyutları arasında gösterilebilir.
Yaşar Kemal’in romanlarında sık sık kullandığı mitleri ve efsaneleri bu romanda da ele almasının dışında, Salih’in hayallerini romana bu şekilde dahil etmesinin bir açıklaması daha olabilir. On bir yaşında bir çocuk olan Salih hayatı, yalnızca “somut gerçekler” üzerinden değil, aynı zamanda hayalindeki maceralardan, insanları nasıl algıladığından, frenleyemediği duygulardan da yola çıkarak deneyim eder. Yaşar Kemal’in, bütün bunları romanın metni içinde bir arada sunması, Salih’in iç dünyasını okuyucuya daha kapsamlı bir şekilde aktarma çabası ile değerlendirilebilir.
Aşağıdaki alıntı, romanın bu çok boyutlu, karmaşık kurgu yapısını anlamak açısından faydalı olabilir:
Marangoz, Doktor Yasef, İsmail Usta, hanımeli kokusu, yoğurt satan köylüler, oduncular, ocaklar, rendeler, kıvılcımlar, arılar, birbirlerine girmişler karman çorman kafasında dönüyorlardı.[6]
Yukarıdaki şemada görebileceğiniz gibi, Al Gözüm Seyreyle Salih romanın ana karakterinin kurduğu hayallere de oldukça fazla yer ayırır. Bu hayaller içinde ön planda olan, Salih’in yarattığı hayal dünyasıdır.
Salih’in etrafında hayran olduğu kişileri, örneğin Temel Reis’i, Metin’i, Demirci İsmail Usta’yı, Yılan Şehzade ve Korsan Padişah gibi “hayal ürünü” kişilerle, efsanelerden, hatta sinemadan tanıdığı figürlerle bir araya getirdiği dünya, romana ayrı bir boyut kazandırır. Üstelik, bu hayal dünyasının tek işlevi anlatıda farklı bir çeşitlilik yaratmak değildir. Yaşar Kemal, gerçekçi bir metne göre çok daha sınırsız olabilecek bu kurguyu, romandaki olaylarla bağlantılı, daha serbest hikayeler anlatmak için de kullanır.
Korsan Padişah’ın çocuk sahibi olamama hikayesi ile başlayan hayal dünyası, Halil İbrahim Peygamber’in yönergelerini eksik bir şekilde yerine getirdiği için karısının bir yılan doğurması ile devam eder. Korsan Padişahı ve Yılan Şehzade, bu hayal dünyasındaki baş aktörler haline gelir.
Korsan Padişahı ile Yılan Şehzade’nin hikayesi karşımıza bir anda çıksa da, bu kurgunun kökleri konusunda bazı ipuçları verilir. Salih, 85. sayfada, “kayalıklardan indirip korkmadan arkadaşlık ettiği bir karayılanı” düşünür. Bir yılanla arkadaşlık etme fikri, daha sonra hayal dünyasında Salih’in Yılan Şehzade’nin en yakın arkadaşı haline gelmesi ile kendisini gösterecektir. Yine aynı sayfada, romanın anlatısı şu şekilde ilerler:
Bu basalı kim söylemiştir Salihe, kayaların dibine, denizin kumluğuna, ulu ateşlerin başına oturup kim anlatmıştır Salihe, uzun, tel tel ak sakalını parmaklarıyla tarayarak? Salih kendi kendine o masalı her gün anlatmaz mı, sakalı tel tel denizciden de daha iyi?[7]
Bu cümleler, Salih’in hayal dünyasının temelini oluşturan fikirleri belli bir noktada bir denizciden duyduğunu, her gün kendi kendine oynadığı oyunlarla bunu bir dünya haline getirdiğini ima eder.
Salih’in hayal dünyasının romanda okuyucuya sunulması, Yaşar Kemal’in romanda doğaüstü konuları, farklı mitleri ve sembolleri kullanmasını mümkün kılar. Yazarın diğer romanlarında da gördüğümüz pek çok öge, Salih’in hayal dünyası vasıtasıyla, günlük hayatı anlatan bir eserin içinde kendine yer bulur. Nar ağacının sihirli güçleri, yılanlar, ölümü bile iyileştirebilen bir bitki ve benzeri unsurlar, Salih’in hayal dünyasının sembolizmini oluşturur.
Bu ikinci anlatı düzlemi, aynı zamanda romanın diğer boyutu ile de yakından ilgilidir. Salih’in günlük hayatında karşısına çıkan olaylar, hayal dünyasında da yansımaları ile gözükür. Salih’in hayal dünyasındaki arkadaşları, gerçek hayatta da arkadaş olmak istediği Cemil ve Bahri’dir. Metin Abi ve kamyonlarına hayranlık duyan Salih, hayal dünyasındaki yetişkinlik günlerinde yedi kamyonu idare edeceğini, turistlere satıp para kazanmak için sürekli deniz kabuğu toplayan Cemil’in ileride de sadece çalışmayı düşünen bir hamal olacağını, Bahri’nin ise Sakıp’a yaptıkları nedeniyle hapse girmiş olduğunu hayal eder.[8]
Gerçek dünyanın yansımaları Yaşar Kemal’in roman boyunca kullandığı kurgu mantığını hayal dünyasında da uygulamasına olanak sağlar. Yukarıda belirtildiği gibi, roman boyunca bazı ögeleri önce okuyucuya sunan, ne olduklarını ise daha sonra açıklayan yazar, Salih’in hayal dünyasını da bu amaçla kullanır. Örneğin, Mustafa Kaval, karşımıza ilk olarak Salih’in hayallerinde, Korsan Padişah’a layık bir dünür olarak çıkar.[9] Onun gerçekten kim olduğu ise, daha ilerleyen bölümlerde anlaşılır.
Salih’in hayal dünyasının okuyucuya sunulduğu bölümlerdeki dil ve anlatı üslubunun, romanın geri kalanına göre daha farklı olması da önemli bir detay olarak gösterilebilir. Salih, kendi hayal ettiği bu dünyayı, on bir yaşında bir çocuktan beklenecek şekilde, zaman zaman oluşan “aksaklıkları” hızlı bir şekilde göz ardı ederek yaratır.
Örneğin, Yılan Şehzade’yi doğuran Gül Fatma, onun nar çubuğu ile kontrol edilebildiğini bir çobandan öğrenir. Daha sonra Yılan Şehzade ile arkadaş olan Salih’in, aslında bu bilgiye sahip olmasını sağlayacak hiçbir şey yoktur, ancak romanın ana karakteri bu tılsımı “neredense” bilir.[10]
Benzer şekilde, bu dünyada tüm karakterler belli anlarda Salih’in konuşma tarzını yansıtır. Bütün denizlerdeki, bütün korsanların efendisi olan Korsan Padişahı ve onun başveziri, Salih’in hayran olduğu balıkçı Temel Reis hakkında, tıpkı Salih gibi heyecan ve büyük bir hayranlıkla konuşur.[11]
Bu durumun bir başka enteresan boyutu da, hikayenin bazen Salih’in aklında geliştiği süreci de takip etmemiz olur. Örneğin Salih, 348. sayfada Şehzade’nin düşünürken sakalını sıvazladığını hayal eder. Ancak daha sonra, onun sakalı olmaması gerektiğine karar verir:
Şehzade uzun uzun güldü, sakalını sıvazladı. Şehzadenin sakalı var mıydı? Var mıydı, var mıydı? Yok yok, sakalı yoktu, Şehzade çenesini sıvazladı (…)[12]
Bütün bunlar, farklı bir dil ve anlatı üslubunun, Salih’in hayal dünyasında geçen sahneleri rahatlıkla ayırt etmemizi sağlayan temel unsurlardan bir tanesi haline gelmesini sağlar.
Yaşar Kemal’in roman boyunca kullandığı anlatı üslubu, yazarın diğer eserlerinde de sık gördüğümüz bir yapıdadır. Özellikle özel isimlere gelen eklerin kesme işaretiyle ayrılmadan yazılması ve “şiirsel” olarak tanımlanabilecek cümle yapılarının kullanılması, eserin üslubunda ilk bakışta dikkat çeken noktalardır.
Bununla birlikte, Yaşar Kemal’in roman boyunca kullandığı dil pek çok farklı kavramla tanımlanabilir.
Çok basit bir ifade ile, yazarın üslubunun romanın ana karakteri Salih’in karakter özellikleriyle doğru orantılı olduğu söylenebilir. Doğayı her şeyden çok seven, bir gün kasabadan çıkıp gitmenin hayallerini kuran Salih’i heyecanlandıran konular, romantik ve coşkulu bir unsurla anlatılır. Hayvanlar, deniz, emek vererek, alçakgönüllülükle çalışan insanlar, roman boyunca hep böyle bir üslupla okuyucuya sunulur. Demirci İsmail Usta’nın dükkanının kepenklerini indirip kaldırması, demir dövmesi gibi “günlük” eylemler bile, Yaşar Kemal’in anlatısında coşkuyla paylaşılır. Yazarın kasabadaki balıkçıları anlattığı bölüm, bu konuda aydınlatıcı olabilir: Her gün binlerce cana kıyan balıkçı iflah olur mu? Balıkçı milleti beddualı millettir, ta Yunus Aleyhisselam çağından bu yana. Bunun da böyle olduğunu tekmil balıkçılar bilirler, bilirler bilmesine ya vazgeçemezler balıkçılıktan. Bu bir tutkudur, deniz büyüler insanı, bir bakıkçı doğumundan ölümüne kadar deniz sarhoşudur. O kadar denizlerde boğulurlar da, yitip giderler de, tekneleri parçalanır da, yüz yaşına bile gelirler de hiç balıkçılığı terk eyleyen bir balıkçı görülmüş müdür?[1]
Bununla birlikte, romanın anlatı üslubunun Salih’in yaşını yansıttığını da söylemek mümkündür. Ana karakterin hayal dünyasına tanık olduğumuz bölümlerde çok bariz hale gelen bu üslup, zaman zaman gerçek dünyanın okuyucuya sunuluşunda da etkili rol oynar. Salih’in gece evden kaçış planı yaptığı şu bölüm ile Metin’le karşılaştığı bölümler, bu konuda ideal alıntılar olabilir:
Şimdi artık eve gitmeliydi, yemeğini yiyip yatağa gitmeli, sonra da tavşan uyumuşçuluğa vurup, evdekiler uyuyup horlamaya başlayınca da hooop, çitin dibi…[2]
(…) Çok güzel de bir şey oldu, biliyor musunuz, Metin Salihi de gördü, onu tanıdı da (…)[3]
Bu farklı unsurların bir araya gelerek oluşturduğu ilginç anlatı dili, romanı okuyan birinin Salih’i yalnızca bir karakter olarak tanımanın ötesine geçirir. Zira yazar, yalnızca Salih’in ilgilendiği şeyleri okuyucuya göstermekle kalmaz, aynı zamanda onun coşkusunu ve heyecanını paylaşarak, onu mutlu eden şeylerin romanın ana karakterini nasıl etkilediğini, onun için ne anlama geldiğini de göstermiş olur.