Beyaz Kale Orhan Pamuk

 
Sessiz Ev
Orhan Pamuk
Postmodernizm
IV. Mehmet ve IV. Mehmet Dönemi
Efendi – Köle Diyalektiği


Beyaz Kale’nin ilk bölümü, aslında romanda anlatılan hikayeden bağımsız olan, bir anlamda bu hikayeyi okuyucuya sunan bir giriş yazısıdır. Ancak, geleneksel romanlarda görmeye alıştığımız giriş yazılarının aksine, bu yazı da kurgunun bir parçası olarak kullanılır.
 

Giriş yazısına göre, romanda anlatılan tarihi hikaye, Gebze arşivlerinde şans eseri keşfedilmiştir. Bu el yazmasını bulan kişi ise, Faruk Darvınoğlu adlı bir tarihçidir.
 

Faruk Darvınoğlu, Orhan Pamuk’un Beyaz Kale’den önceki romanı olan Sessiz Ev’in ana karakterlerinden bir tanesidir. Gebze’de babaannelerini ziyarete giden üç kardeşten en büyüğü olan Faruk, Sessiz Ev’de hikayenin gidişatında rol oynayan bir karakter olarak gözüktükten sonra, Beyaz Kale’nin de okuyucuya ulaştırılmasını sağlayan kişi olarak kullanılır.

Dikkat – yazının geri kalanı Sessiz Ev romanının sonu ile ilgili bilgi içermektedir.

 

Bu giriş bölümünden öncesine bakıldığında, kitabın “İyi insan, iyi kardeş, Nilgün Darvınoğlu (1961 – 1980)” yazıldığı da görülebilir. Faruk’un kardeşlerinden biri olan Nilgün, Sessiz Ev’in sonunda hayatını kaybeder. Beyaz Kale’nin kardeşinin anısına yayımlanması da, el yazmasını asıl yayımlayan kişi olarak Faruk’un etkisini arttırır.


Bir önceki romanı Sessiz Ev’e yaptığı göndermeler dışında da, romanda yazar Orhan Pamuk’un ilgi alanları rahatlıkla tespit edilebilir.

Romanda değindiği “Doğu – Batı” sorunu, yazarın neredeyse tüm kitaplarında yer alan bir temadır. Daha önce Cevdet Bey ve Oğulları ile Sessiz Ev’de de gündeme gelen bu tema, Beyaz Kale’de oldukça somut bir şekilde tartışılır. Konunun tam anlamıyla merkeze yerleştirilmesi, Beyaz Kale’yi Orhan Pamuk’un Doğu – Batı konusundaki düşüncelerini anlamak açısından belki de en önemli eseri haline getirir.

Hoca ve Venedikli arasındaki “kimlik” konusu da Orhan Pamuk romanlarında sık sık ele alınan bir konudur. Hikaye ilerledikçe kimliği belirsizleşen, hatta birbirinin kimliğini üstlenen, birbirinin yerine geçen karakterler, yazarın daha sonraki eserlerinden Yeni Hayat ve Kırmızı Saçlı Kadın’da da kullanılır.

Orhan Pamuk, The Paris Review dergisine verdiği şu röportajda birbirlerinin yerini alan karakterlerin, özellikle Beyaz Kale nezdinde, kendisinin ağabeyi Şevket Pamuk ile olan ilişkisine benzediğini ifade eder. 

Birbirlerinden farklı alanlarda biri diğerinden daha başarılı olan bu iki kardeş için, kıskançlık ve gıpta gibi duygular içten bir şekilde yaşadıkları, yakından tanıdıkları hislerdir. Orhan Pamuk, Beyaz Kale’de Hoca ile Venedikli arasında görülen, kıskançlık gibi, küçümseme gibi duyguların sıklıkla gündeme geldiği neredeyse “sado – mazoşist” ilişkinin, kendisinin ağabeyiyle olan ilişkisinden ilham aldığını da ekler.

Bunların ötesinde, romanın sonuna eklenen “Beyaz Kale Üzerine” bölümü de yazarın çeşitli esin kaynaklarını görmek açısından faydalı olduğu belirtilmelidir. Beyaz Kale’de karşımıza çıkan göndermelerin pek çoğu, Orhan Pamuk’un bu dönemle ilgili okuduklarından ve hayal ettiklerinden beslenmiştir.

Bu göndermelerin bir kısmını daha detaylı olarak okumak için, Analiz kısmındaki “Göndermeler” sekmesine göz atabilirsiniz.


Kitabın sonuyla ilgili bilgi içerdiği için, bu bölüme kitabı okuduktan sonra göz atmanız faydalı olabilir.

 

Beyaz Kale’de görülen edebi tekniklerin pek çoğu, “postmodern” edebiyat olarak tanımlanan edebi akımda sık kullanılan tekniklerdir. Bunları görmek ve tespit edebilmek, Orhan Pamuk’un dünya edebiyatı içindeki yerini daha iyi anlamayı da mümkün kılabilir.

Özellikle 20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren etkili olmaya başlayan postmodernizm akımı, bugün üniversite düzeyinde tez konusu olan, kapsamı ve tanımı akademik çevrelerde hala tartışılan bir kavramdır. Bu nedenle, kısa bir yazı ile bu kavramın tüm özelliklerinin anlatılması elbette mümkün değildir. Fakat, postmodern eserlerde sık sık karşımıza çıkan bazı öğelerin tanıtılması ve bunların Beyaz Kale’ye nasıl bağlandığının açıklanması yine de mümkün olabilir.
 

Romanda en çok göze çarpan “postmodern” kullanım, Hoca ile Venedikli karakterleri arasındaki benzerlik ve bu karakterlerin romanın finalinde birbirlerinin yerlerini almasıdır. İkiz olacak kadar benzeyen bu iki karakter, romanın gidişatı içinde birbirlerinin rollerini zaten üstlenirler. Örneğin, Hoca kendisi ile dalga geçen taklitçiye alınınca, saraya gitmeyi bırakıp evde silahı için çalışmaya başlar, Venedikli ise onun yerine saraya gidip gelir. Bu durum, roman boyunca süregelen yapıyı bozar: Bir anda evde kalan, sürekli çalışan kişi Hoca, saraya giden, hayatın keyfini çıkaran Venedikli olur.

İkisi arasındaki kimlik sorununun son aşaması, silahlarının başarısızlığından sonra kimliklerini değiştirmeleri, Hoca’nın Venedikli olarak İtalya’ya gitmesi, Venediklinin ise Hoca olarak İstanbul’a dönmesi olur. Roman boyunca zaten bulanık olarak devam eden bu kimlik kargaşası, romanın sonunda iki karakterin birbirinin yerini almasıyla tuhaf bir sona ulaşır. 

Bu yaklaşım, edebiyatın geleneksel belli başlı kurallarına da karşı çıkar niteliktedir. Postmodern romanlarda, “kişilik” tek bir karaktere özgü olmaktan çıkar, karakterler birbirlerinden kesin ve net olarak ayrılan unsurlar olmayı bırakırlar. Tıpkı bu romanda olduğu gibi, “ben” ve “öteki” arasındaki sınırlar, “biz” ve “onlar” (örneğin, bu romanda, “Doğulular” ve “Batılılar”) arasındaki ayrılıklar yok olmaya veya şekil değiştirmeye başlar.

Beyaz Kale’de kullanılan bir başka postmodern teknik ise, “üstkurmaca”dır.

Geleneksel romanlarda, yazarın anlattığı kurgusal hikaye ve gerçeklik birbirinden net olarak ayrılmıştır. Okuyucu, bir roman okurken okuduğu hikayenin gerçek olmadığını bilir, fakat çeşitli bilgileri kendisine sunan bir anlatıcı vasıtasıyla, bu romanın kendi gerçekliğini, yani “kurgusunu” kabul eder. Örneğin, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza romanı, her şeyi gören, her şeyi bilen fakat kendi benliği olmayan bir anlatıcı tarafından, bir bütün olarak okuyucuya sunulur. Romandaki gerçeklik ile gerçek hayat arasında, kesin ve net bir çizgi vardır. Okuyucu, romanı eline aldığında Suç ve Ceza’nın gerçekliğine girer, romanı elinden bıraktığında ise gerçek hayata geri döner.

Üstkurmaca öğeleri kullanan romanlarda ise, bu kurgu – gerçeklik ayrımı sorgulanır. Yazarlar, kullandıkları farklı tekniklerle, romanın kurgusunu gerçek dünyayla bir araya getirirler. Bir başka deyişle, neyin kurgu, neyin gerçek olduğunu sorgulamaya veya okuyucuların bu soruları sormasına vesile olmaya çalışırlar.

Bu öğeler, farklı romanlarda, farklı şekillerde kullanılabilir. Basit bir örnek olarak, bir roman karakterinin kendisinin roman okuması fikri verilebilir. Eğer karakterin okuduğu romandan belli bölümler okuyucuya da sunuluyorsa, bu durum, “roman içinde roman” gibi bir üstkurmaca şeması yaratabilir. Veya, bir roman karakteri, kendisini çevreleyen gerçeklikten sıyrılıp, doğrudan okuyucuya veya kendisini yaratan yazara seslenebilir – böylece neyin gerçek, neyin kurgu olduğu sorusu, iki boyutlu bir soru olmaktan çıkartılmış olur.

Beyaz Kale’de, üstkurmaca teknikleri çok boyutlu olarak kullanılır. Okuyucuya sunulan metin, doğrudan bir hikaye anlatan bir anlatı değil, başından geçenleri bilinçli olarak okuyuculara anlatmaya çalışan Venediklinin kendi eliyle yazdığı hikayedir. Bu durum, roman boyunca sık sık okuyucuya hatırlatılır, Venedikli sık sık okuyuculara seslenir, hatta belli noktalarda, okuyucunun davranışlarını tespit etmeye çalışır.

Üstelik, roman sadece bu açıdan üstkurmaca teknikleri kullanmaz, Orhan Pamuk’un diğer eserlerine de bağlanır. Venediklinin hazırladığı el yazmasını bulan, çeviren, dünyaya kazandıran kişi Orhan Pamuk olarak değil, Sessiz Ev romanındaki karakterlerden Faruk Darvınoğlu olarak gösterilir.

Faruk’un el yazması ile ilgili sorduğu sorular ve gündeme getirdiği meseleler de bu kavramın kullanımına bir başka örnek teşkil eder. Kurgusal bir tarihçi karakter, kendisinden yüzyıllarca önce yaşamış kurgusal Venediklinin hikayesinin gerçekliğini sorgular. Hikayede anlatılan bazı unsurların tarihi gerçeklerle örtüştüğünü, ancak, İstanbul’da bu dönemde büyük çaplı bir veba salgını olduğuna yönelik hiçbir tarihi kaynak olmadığını ifade eden Faruk, romandaki kurgu - gerçek ilişkisinin daha da belirsizleşmesini sağlar. 

Bu kompleks ilişkinin yarattığı ikilemler, yazarın bilinçli olarak kafa karıştırma çabaları ve deyim yerindeyse, okuyucuya oynadığı oyunlar, romanın postmodern tekniklerinden bir başkasını oluşturur.

Kullanılan bir başka postmodern teknik ise, “Metinlerarasılık”, yani bir metnin, kendinden başka metinlere göndermeler yapması, bunlardan gelen çeşitli öğeleri kendi anlatısı içinde kullanması ve edebi açıdan daha özgür hareket etmesidir. Beyaz Kale’nin gidişatı içinde Doğu ve Batı edebiyatından pek çok öğeye göndermeler yapılır ve referanslar verilir.

Bunların daha detaylı bir listesi ve incelemesi için, “Analiz” bölümüne göz atabilirsiniz.



Beyaz Kale, her ne kadar tarihi bir roman olarak tanımlanabilecek olsa da, Orhan Pamuk eserinde tarihi meselelerde herhangi bir isabet ve hatasızlık iddiasında bulunmaz. Faruk’un giriş yazısında anlatılan olaylardan bazılarının somut verilerle uyuşmadığını açıkça ifade etmesi de, bu durumun hakkında somut bir uyarıdır.

Yine de, romanın geçtiği devrin padişah IV. Mehmet devri olduğu eserde verilen bilgilerden rahatlıkla anlaşılabilir. 1642 yılında doğan ve henüz çocuk yaşta, 1648’de tahta çıkan IV. Mehmet, otuz dokuz yıl boyunca tahtta kalır. Av tutkusuyla bilinen sultan, 1687 yılında tahttan indirilmesine karşın, Kanuni Sultan Süleyman’dan sonra en uzun süre tahtta kalan padişah haline gelir.
 

Romanın geçtiği dönem olarak IV. Mehmet devrinin seçilmesinin sebeplerinden bir tanesi bu dönemin belli ölçüde istikrarlı ve uzun bir saltanat dönemi olmasından kaynaklanıyor olabilir. Sultan değişiklikleri, ülke yönetiminin değişmesi ve benzeri konular, padişaha yakın olan karakterlerin hikayesini anlatmayı zorlaştıracağından, IV. Mehmet’in bu özelliği Beyaz Kale gibi bir romanın kurgusuna uygun hale gelir.
 

IV. Mehmet’in kullanılmasının sebeplerinden bir tanesi de, padişahın çocuk yaşta tahta çıkmış olmasıdır. Henüz altı yaşında padişah olan IV. Mehmet’in Hoca tarafından etkilenmesi, ona hayvanlar ve kehanetler ile ilgili sorular sorması ve bu bilgiler sayesinde Hoca’nın “avucunun içine düşmesi”, romanın gidişatı açısından önemli noktalardır.
 

IV. Mehmet döneminin Beyaz Kale’nin kurgusuna uygun olmasının sebeplerinden belki de en önemlisi ise, bu dönemde Osmanlı ile Batı arasındaki ilişkilerin yavaş yavaş değişmeye başlamasıdır. 17. Yüzyılda, Osmanlı Devleti’nin Batı’ya karşı net bir üstünlüğü kalmamıştır. Kanuni dönemindeki gibi art arda kazanılan zaferler ve fethedilen topraklar yoktur.
 

Ama, durum henüz bir sonraki yüzyılda olacağı kadar Batı lehine de dönmemiştir. Hoca gibi zeki, çalışkan ve bilimle ilgilenen bir karakter, bu dönemde Batı’nın üstün yanlarını görmeye başlamış olsa da, Osmanlı Devleti henüz Batı karşısında güçsüz bir konumda değildir. Hatta, IV. Mehmet dönemi, teknik olarak Osmanlı Devleti’nin sınırlarının en geniş olduğu dönemdir.
 

Bu nedenle, “Doğu – Batı” karşılaştırmasının merkeze konulduğu bir romanın böyle bir dönemde geçiyor olması mantıklı bir seçim olarak değerlendirilebilir. İki medeniyetin birbirine denk olarak değerlendirilebileceği bu süreç, Orhan Pamuk’un yapmak istediği karşılaştırmaları, somut durumda herhangi bir tarafın diğerine göre açıkça üstün olmadığı bir arka planda yapmasını sağlar.
 

İkinci Viyana Seferi gibi önemli tarihi olaylar da, bu dönemde kullanılabilecek önemli, heyecanlandırıcı unsurların romana eklenebilmesini sağlar. Yazar, karakterlerinin “Naima, Evliya Çelebi ve Katip Çelebi’nin yazdıklarından” faydalanabilmesinin de, romanın bu devirde geçmesi için etkili unsurlar olduğunu belirtir.1


1s.190



Orhan Pamuk, romanın sonuna eklediği bölümde Hoca ile Venedikli arasındaki ilişkisinin “Hegel’i hatırlatan” bir efendi – köle ilişkisi olduğunu yazar.

Bunun sebebi, romanın iki ana karakteri arasındaki ilişkinin ünlü Alman filozof Hegel’in “Efendi – Köle Diyalektiği” olarak bilinen düşünce şemasıyla çeşitli paralellikler göstermesidir.
 

Farklı yorumlamalarla değerlendirilen ve aslında daha uzun bir metnin parçası olan “Efendi – Köle Diyalektiği”nin burada kısaca açıklanması çok zor olsa da, Hegel’in bu düşüncesi, Beyaz Kale’nin kurgusunu ilgilendirdiği ölçüde değerlendirilebilir.
 

Hegel’in bu fikri açıklamak için kullandığı örnekte, kendilerinden başka bir “benliğin” var olduğundan habersiz olan ve kendi varlıklarını anlamlandırmak için bir başkasının onayına ihtiyaç duyan iki bilinç karşı karşıya gelir ve her açıdan kendilerine benzeyen, ancak kendileri olmayan bu “şey” karşısında bir şaşkınlık yaşar. Bu, Beyaz Kale’de Venediklinin Hoca’yı ilk gördüğü sahnede yaşadığı korku ve şaşkınlık duygusuna bağlanabilir.
 

Daha sonra, bu ikili arasında bir mücadele başlar: Zira ikisi de kendi bilincinin kabul edilmesini, onaylanmasını istese de, karşı taraf için bunu yapmak istemez. Her açıdan denk olan bu iki bilinç, eğer birbirlerini öldürmez (ve asıl hedeften zaten sapmazlarsa) bir köle – efendi ilişkisine girerler. Bir başka deyişle, iki bilinçten biri “efendi”, diğer ise “köle” haline gelir.
 

Bunun ardından, Efendi her şeyi daha önceden olduğu gibi algılamaya ve yaşamaya devam eder. Fakat, artık kendisi için çalışan Köle olduğu için, bir şeyler üretme, hazırlama ve planlama işleri ona verilir. Köle, ölüm ve kendine zarar gelme korkusundan dolayı Efendi için çalışmaya başlar.


Hegel’e göre, bunun sonucu, çalışmayan Efendi’nin doğayla ve gerçekle bağını kaybetmesi, çalışan, git gide daha yaratıcı hale gelen ve etrafında yaratılan dünyanın kendi sorumluluğu olduğunu anlayan Köle’nin kendi kendinin farkına varması olur. Bu durumda, aslında daha üstün bir konumda olan Efendi, Kölesinin yarattığı ürünlere tamamen bağımlı hale gelirken, Köle, ürettikleri ve yaratıcılığı sayesinde daha güçlü bir bilinç sahibi olur. Bu durum da, kölenin yaptığı iş nedeniyle, Efendi’nin de aslında bir köle haline gelmesine yol açar.
 

Bu durum romanda, Venedikli ile Hoca arasındaki ilişkinin çeşitli noktalarında görülebilir. Venedikli Hoca’ya ilk armağan edildiğinde kendisi bir “köle”, Hoca da “efendi”dir. Vendikli, Hoca’nın kendisini cezalandıracağı ve öldüreceği korkusuyla ona itaat eder, onun her istediğini yapar.  
 

Ancak bu durumda, çalışan, bilgisini gösteren, Hoca’yı çeşitli konularda eğiten de kendisi haline geldiği için, “efendisi” üzerinde tuhaf bir güç sahibi olur. Hoca, ona kendisini kanıtlamadan, onun onayını alamadan kendi kendisini tanıtan yazılar yazmaktan (yani bir “bilinç sahibi olmaktan”) bile aciz hale gelir.1 Bir noktada, Venedikli sürekli olarak cezalandırılmasına ve fiziksel olarak köleliği sürmesine karşın, Hoca’yı entelektüel ve manevi anlamda “avucunun içine aldığını” hisseder.2
 

Bu durum, ilerleyen sayfalarda daha da belirginleşir. Hoca, “küçük, gündelik konularda bile” Venediklinin fikrini sormaya başlar, kıyafetinin, insanlara verdiği cevapların, el yazısının güzelliğinin “kölesi” tarafından onaylanmasına ihtiyaç duyar.3 Bütün bunlar, Hegel’in yarattığı “Köle – Efendi” şemasına uygun şekilde tasarlanmıştır.  
 

Romanın ilerleyen bölümlerinde, bu iki karakter arasındaki roller değiştiğinde, Venediklinin kendisini içinde bulduğu durum da onu “Efendi” rolüne sokar. Kendisi çalışmayı bırakan, sadece saraydaki eğlencelere gidip, güzel kadınlarla birlikte olup zengin insanlarla sohbet eden Venedikli, bu süreçte şişmanlar, kendisine özgü özelliklerin bazılarını kaybeder.
 

Her ne kadar romanı anlamak için Hegel’in “Köle – Efendi Diyalektiği”ne hakim olmak gerekmese de, Orhan Pamuk’un bu ilişkiyi bilinçli olarak kurduğunu bilmek, romandan alınacak keyfi de arttırabilir.


1s.58
2s.73
3s.76
canlı bahis siteleri rulet siteleri bahis siteleri yeni giris casino siteleri bahis siteleri free spin veren siteler casino siteleri deneme bonusu bahis siteleri canlı casino siteleri slot siteleri grandpashabet betwoon