Beyaz Kale Orhan Pamuk

Zaman / Mekan
Toplumsal Eleştiriler
Dil, Anlatı Üslubu ve Kurgu
Göndermeler
Hoca – Venedikli: Benlik / Kimlik
Hoca – Venedikli: Doğu – Batı
Orhan Pamuk: Kurgu Evreni

Beyaz Kale romanında zaman ve mekan, iki farklı şekilde değerlendirilebilir.
 

Temel bir bakış açısıyla yaklaşıldığında, romandaki zaman ve mekan son derece net bir şekilde belirtilir. 17. Yüzyılda ağırlıklı olarak İstanbul’da geçen eser, Padişah IV. Mehmet dönemini konu alır. Bu dönemin ve mekanın özellikleri, roman üzerinde belirleyici rol oynar, zira Padişah ile yakın bir ilişki kurmaya, onu etkisi altına almaya çalışan Hoca, devletin gidişatı içinde mühim bir adam haline gelir.
 



Beyaz Kale, IV. Mehmet döneminde (1648 - 1687) geçer. 

Romanda kullanılan ana mekan İstanbul olsa da, zaman zaman farklı bölgeler de hikayenin anlatısı içinde yer alır. IV. Mehmet’in sefere çıkmak ve avlanmak için sık sık gittiği Edirne, Hoca ile Venediklinin Lehistan Seferi’nin de başlangıç noktası olur.


Romana ismini veren “Beyaz Kale” ise, Venedikli ve Hoca’nın yaptığı silahı kullanarak ele geçirmeye çalışacakları Doppio Kalesi’ni ifade eder. Bütün olaylar bittiğinde, hikaye de İstanbul’dan ayrılır ve değişen politik koşullardan kurtulmak isteyen Venedikli, daha önceden Hoca’yla birlikte sık sık ziyaret ettiği Gebze’ye yerleşir.
 

Ancak, romandaki zaman ve mekanın sorgulanması da mümkündür. Orhan Pamuk, gerçeklere tamamen bağlı kalındığı geleneksel bir tarihsel roman yazma çabası içinde değildir. Onun amacı, romanı için uygun bir arka plan üzerinde hayal gücünün çalışmasına izin vermektir – bu nedenle, tarihi açıdan “doğru” olmayan bazı bilgiler romanın gidişatı içinde yer alır.
 

Faruk’un yazdığı giriş yazısı, bu açıdan da önemli bir işlev üstlenir.1 Tarihçi Faruk, veba salgını gibi bazı olayların, dönemle ilgili bildiğimiz gerçeklerle uyuşmadığını söyler ve belli başlı noktaların “okumaktan ve düşlemekten hoşlandığı anlaşılan” yazar tarafından kaleme alınmış olabileceğini ifade eder.
 

Bu durum, romandaki zaman ve mekanın da gözüktüğünden daha bulanık, daha "kurmaca" olmasına yol açar. Dolayısıyla, hikayede yaşanan olaylara ve bu olayların arka planına, kesin tarihi gerçekler olarak değil, edebi kurgu oyunları olarak bakmak daha mantıklı olacaktır.


1s.189

Beyaz Kale, çeşitli nedenlerle toplumsal eleştirilerin fazla kullanılmadığı bir romandır.
 

Hikayenin, her ne kadar günümüzle bağlantıları olsa da, tarihi bir dönemde geçmesi, güncel meselelerle ilgili toplumsal eleştiriler yapmayı güçleştirir. Var olan toplumsal eleştirilerin büyük çoğunluğu da, romanın merkezi konusu olan “Doğu – Batı” sorunu ile ilgilidir. Bu konuları, ilgili bölüm altından daha detaylı olarak okuyabilirsiniz.  
 

Buna karşın, Doğu – Batı konusunun uzantısı olmayan bir takım toplumsal eleştirileri tespit etmek de mümkündür.
 

Bunlardan bir bölümü,  romanın “günümüzde” geçen kısmını temsil eden Faruk tarafından yapılır. Gebze’de çalıştığı arşivin korkunç durumunu anlatan Faruk, burayı betimlerken kelimeyi bile tırnak içinde kullanarak gördüğü korkunç, düzensiz durumdan yakınır. Bu durum, elbette yalnızca Gebze arşiviyle sınırlı değildir, zira ülkenin pek çok yerinde arşivler içinde çalışılmayacak kadar kötü durumdadır.  
 

Bir başka toplumsal eleştiri de, insanların bu tarihi belgelere yaklaşımını eleştirir. Bulduğu dosyayı heyecanla arkadaşlarıyla paylaşan Faruk, bir profesörden şu ilginç cevabı alır:
 

“İstanbul’un arka sokaklarındaki ahşap evlerde, içinde bu tür hikayelerin kaynaştığı elyazmalarından onbinlerce olduğunu söyledi. Eğer ev sakinleri onları Kuran sanıp yüksekçe bir dolabın üstüne kaldırmıyorlarsa, sobalarını yakmak için sayfa sayfa yırtıyorlarmış1


1s.10



Romanda olay örgüsü büyük ölçüde geleneksel bir yapıda devam etse de, kurgu sayfalar ilerledikçe daha karmaşık ve çok boyutlu bir hale gelir.


Beyaz Kale, Orhan Pamuk’un okuması zor romanlarından biri olarak bilinir. Bu algıya karşın, yazarın dili aslında oldukça basit ve sadedir. Yazar zaman zaman uzun ve Türkçe yapısı açısından farklı cümleler kullanır, ancak kullanılan üslup genellikle akıcıdır.

Romanı “ağırlaştıran” ve okumayı zorlaştıran faktörler yazı dilinden ziyade romanın yoğun ve çok katmanlı kurgusu ile kullanılan “deneysel” roman teknikleridir.
 

Roman, Venedikli tarafından anlatılır ve okuyucuya tarihçi Faruk Darvınoğlu tarafından ulaştırılır. Faruk Darvınoğlu, Gebze arşivlerinde bulduğu el yazması ve bunu günümüz Türkçesine çevirme süreci ile ilgili şu bilgileri verir:
 

“Kitabı günümüz Türkçesine çevirirken hiçbir üslup kaygısı gütmediğimi okuyanlar göreceklerdir. Bir masanın üzerine koyduğum el yazmasından bir iki cümle okuduktan sonra kağıtlarımın durduğu başka bir odadaki öteki bir masaya geçiyor, aklımda kalan anlamı günümüz kelimeleriyle anlatmaya çalışıyordum.”1 
 

Dolayısıyla, bize ulaştırılan kurgu aslında şu şekilde özetlenebilir. Osmanlı döneminde yaşayan bir yazar, gerçekliği hakkında şüpheler olan belli başlı olaylar yaşar. Ancak, Faruk’un belirttiği gibi, bu anlatılanların hepsi dönemin tarihsel gerçekleri ile tutarlı değildir.
 

Bir başka deyişle, bu “yaşananlar”, kusursuz olmayan bir gerçeklik payıyla yazıya aktarılır. Bu aktarılan ve kısmi gerçeklere dayanan el yazması da, en büyük hobisi içki içmek olan Faruk Darvınoğlu tarafından, sistematik olmayan bir şekilde, bir iki cümle okuyup, daha sonra “aklında kalanların” anlatılmasıyla Beyaz Kale romanına dönüşür.
 

Venediklinin aynı zamanda romanın anlatıcısı olması, yaşanan olayların birinci şahıs ağzından okuyuculara aktarıldığını gösterir. Ancak, bahsettiğimiz geleneksel bir birinci şahıs anlatı değildir, zira hikaye “yaşandıkça” birinci ağızdan anlatılmaz, Venedikli tüm olayları yaşadıktan sonra, bilinçli bir şekilde oturup hikayesini yazmaya başlar.
 

Romanın içinde bilinçli olarak yazılan bir anlatı olması, hikayenin kurgusunu da sıra dışı hale getirir. Romanda zaman doğrusal bir şekilde ilerlese de, Venedikli olayların sonunda yaşanacakları bildiğinden arada bu konularla ilgili ipuçları verir. Örneğin, henüz yirmi üçüncü sayfada romanın son bölümlerinde inşa edecekleri silahtan söz eder, bu silahı yaparken duyduğu hisleri bu noktada okuyucuya iletir.
 

Bu şekilde kullanılan unsurlardan en ilginci, romanın sonunda yaşanacak kimlik değişikliğine yapılan göndermelerdir. Daha kırk altıncı sayfadan itibaren, çeşitli yöntemlerle, Venedikli ile Hoca’nın kimlik değiştirmesi konusu gündeme getirilir. Bu örnekte, Venedikli gördüğü bir rüyada Hoca’nın kendisinin yerine geçip ülkesine gittiğini ve nişanlısıyla evlendiğini görür.2
 

Bu motif, özellikle Hoca ile Venediklinin karşılıklı anılarını yazdıkları bölümlerde devam eder. Venedikli, Hoca’nın anlatmaya devam etmesini istediğinde onu yüreklendirir ve geri dönüp baktığında, “Belki de, sonraları, bu üslubu ve hayat hikayesini kendinin kılacağını o zamandan sezdiği için onu cesaretlendirdiğini3 düşünür. Aynı yöntem, romanın ilerleyen bölümlerinde de (örneğin 92. ve 94. sayfalarda) da tekrarlanır.
 

Venediklinin geleneksel anlatıcılardan ayrıldığı bir başka nokta da, okuyuculara sık sık seslenmesi ve doğrudan onlara hitap etmesidir. Orhan Pamuk, bunu zaman zaman belli düşünce ve durumları ifade etmek için, zaman zaman da okuyucuya meydan okumak için kullanır.
 

İlk duruma bir örnek olarak, 77. Sayfadaki kullanım gösterilebilir. Romanın bu noktasına kadar Venedikliyi bir öğretmen, Hoca’yı da bir öğrenci olarak gösteren kitapta, durumun bundan ibaret olmadığı doğrudan okuyucular gündeme getirilerek netleştirilir:
 

“Sanırım, hikayemi okuyanlar Hoca’nın benden öğrendiği kadar benim de ondan öğrenmiş olmam gerektiğini anlıyorlardır artık!”
 

İkinci duruma bir örnek ise, son bölümün başlangıcında kurulan cümledir. Bu noktada anlatıcı, “akıllı okuyucuların” artık kitabın sona erdiğini anlayacağını söyler ve yazdığı şeyin sonuç olarak bir epilog olduğunu ifade eder. Orhan Pamuk’un romanın sonuna eklediği “Beyaz Kale Üzerine” yazısının girişinde bahsedilen konunun bu olması da, Venediklinin amacını teyit eder.
 

Romanın son sayfasında da, konuğu gerçek kimliğini anlamak için arka bahçesine şaşkınlıkla bakarken, Venedikli “akıllı okuyucuların anlamış olacağını” tahmin eder. Zira arka bahçesini, İtalya’daki anılarını yansıtacak şekilde düzenlemiş, aynı zamanda romanın son bölümünde arka bahçeyi “içinden gelen dürtülere uyarak, istediği gibi düzenlediğini” yazmıştır.
 

Romanın anlatısını yoğunlaştıran ve dikkatli okunmasını gerektiren önemli özelliklerden bir tanesi de yazarın bunun gibi detaylara verdiği önemdir. Önemsiz gibi gözüken, hikayenin akışı içinde unutulacakmış izlenimi yaratan detaylar, bir anda hikayenin gidişatı içinde yeniden karşımıza çıkar.
 

Örneğin, Faruk’un elyazmasına ilgi duymasını sağlayan mavi, ebrulu kapak, aslında Venediklinin veba sırasında hazırladığı takvimi ve Hoca’nın yazdığı risaleyi padişaha sunmak için kullandıkları kapaktır.
 

Romanda ismini kullanmayan, sadece “Hoca” olarak bilinen ve bu şekilde çağrılmayı talep eden Hoca’nın gerçek ismi romanın detaylarında yer alır. Tüm bu detaylar, Beyaz Kale’yi ancak birden fazla okumada tamamıyla anlaşılabilecek, derin ve kapsamlı bir eser haline getirir.
 

Hoca’nın ima edilen ismini öğrenmek için, Önemli Karakterler bölümünde Hoca’nın altına göz atabilirsiniz. 


1s.10
2s.46
3s.69

Postmodern edebiyatın önemli tekniklerinden bir tanesi, “Metinlerarasılık” adı verilen ve yazılan metinlerin kendi içinde bir bütün oluşturması gerekliliğine karşı çıkan bir kullanımdır. Bu tekniği kullanan eserler, farklı eserlere gönderme yapmaktan, bu eserlerin belli unsurlarını gündeme getirmekten, hatta zaman zaman farklı kitaplar ve anlatılarla diyaloğa girmekten çekinmezler.
 

Orhan Pamuk’un romanda yaptığı göndermeler, bu kullanıma örnekler teşkil eder.
 

Örneğin, henüz on dokuzuncu sayfada, Türklere yeni esir düşmüş olan Venediklinin zindanına  “kolu kopmuş, ancak umutlu” bir İspanyol adam atılır. Yaşadığı fiziksel felakete rağmen umutludur, zira kendisinden yıllar önce atalarından bir başkası da benzer bir durum yaşamış, fakat daha sonra sağlam koluyla bir şövalye romanı yazmıştır. Bu bariz gönderme, romandaki kolu kopuk genç İspanyol’un Don Kişot’un yazarı Cervantes’in soyundan geldiğini ima eder.
 

Batı edebiyatının “ilk romanı” kabul edilen Don Kişot’un ardından, elli birinci sayfada Hayat-ül Hayvan ve Acaib-ül Mahlukat eserlerinin adı geçer. Bunlar da, Doğu Edebiyatı’nda yazılan çeşitli eserlere göndermeler yapar. Pek çok okuyucuya tanıdık gelecek olan Acaib-ül Mahlukat, İslam Edebiyatı’nda birden fazla örneği görülen, yazarların bulundukları coğrafyadaki canlıları tanıttığı ansiklopedi benzeri eserleri kapsayan genel bir türün adıdır.  Tam adı, “Acaibü’l-Mahlukat ve Garaibü’l-Mevcudat” olan eser ise, bu türün en meşhur örneklerinden biri olarak dikkat çeker. Romanda Hoca da kendi etrafındaki canlıları anlatabilmek üzere böyle bir risale yazmayı düşünür.
 

Romanın son bölümünde ise seyahatnamesi ile tanınan Evliya Çelebi, Venediklinin evine gelip onun yazdığı hatıraları okur.
 

Yine Metinlerarasılık kavramı ile açılanabilecek enteresan bir “yorum” da, romanda “yazı yazmak” üzerine sarf edilen cümlelerdir. Evliya Çelebi, Cervantes’in soyundan gelen gencin savunduğu hayatı bir şeyler yazmak için yaşama mantığını eleştirse de, Venedikli kendisinin de bu düşünceye çekildiğini hisseder.
 

Romanda Hoca ve Venediklinin masa başına oturup bir şeyler yazdıkları süreç, aslında dünyada romanın gelişimini yansıtan bir süreç gibidir. “Kendilerini anlamak” ve “Neden ben benim?” sorusuna cevap bulmak için yazmaya başlayan iki karakter önce geleneksel romanlar gibi sadece başlarından geçen olayları konu alırlar, yani olay odaklı metinler üretirler. Daha sonra Hoca’nın isteği ile kendi düşüncelerini, iç dünyalarını yansıtmaya başlarlar. En sonunda ulaştıkları sonuç, “o yazıların saçmalıktan başka bir şey olmadığını, iç sıkıntısından oynadıkları oyunlar” olduğu sonucudur.
 

Olay – İç Dünya – “Oyun” şeklinde giden bu anlayış, dünyada roman yazma eğilim ve tekniklerini de belli ölçüde karşılayan bir kullanım olarak okunabilir.

 



Beyaz Kale’nin metnini okuyuculara ulaştıran kurgusal karakter Faruk ile romanı yazarı Orhan Pamuk, Beyaz Kale’nin “Doğu – Batı” konusunda söyledikleri hakkında fikir ayrılığındadır. Faruk, elyazmasında gördüklerinin günümüz dünyasını da aydınlatabileceğini söyler ve bulduğu hikayeyle en çok ilgilenenlerin, Doğu – Batı gibi konularla ilgilenen gençler olduğunu ifade eder.

Orhan Pamuk’a göre ise, bu bir yanılsamadır. Doğu – Batı arasındaki mesele, bu anlatının merkezindeki konu değil, “kurgusal bir serüvenin içindeki onlarca renkten yalnızca bir tanesidir."

Bu bakış açısı, romanın iki ana karakteri Hoca ve Venedikliyi farklı bir şekilde değerlendirmeyi gerekli kılar. Bu iki karakter arasındaki tuhaf ilişki, fiziksel benzerliklerinin de etkisiyle, yazarın çok sayıda ikilem ve oyun yaratabileceği bir edebi ögeye dönüşür.

Hoca ve Venedikli arasındaki benzerlik, onların tuhaf bir “Efendi – Köle” ilişkisi yaşamasındaki önemli sebeplerden biri haline gelir. Üstelik, Venedikli Hoca’ya baktığında kendisine bakıyormuş gibi hissetmesini sağlayacak kadar ciddi olan bu benzerlik1 fiziksel boyutlarla da sınırlı kalmaz. İlgi alanları, öğrenmeye çalıştıkları ve hatta zekaları da birbirlerine benzerlik gösterir.

Karşısındaki kişide kendisini gören bu iki karakterin ilişkisi, Arka Plan bölümünde bahsedildiği gibi Hegel’in “Efendi – Köle Diyalektiği”ne uyacak biçimde inşa edilmiştir. Aslında “köle” olan Venedikli, bilgisi ve Hoca’nın hayranlık duyduğu Batı Medeniyetinden gelmesi ile onun üzerinde tuhaf bir güç elde eder, onun için bir “Hoca” haline gelir.2

Böylece, iki karakter arasındaki sınırların aslında pek de somut olmadığı ifade edilmeye başlanır. Birbirlerine fiziksel ve zihinsel olarak benzeyen bu iki karakter, birbirlerinin rollerini de üslenmeye başlarlar. Romanın önemli motiflerinden bir tanesi, Anlatı ve Kurgu bölümünde daha detaylı okuyabileceğiniz gibi, Hoca ve Venediklinin yer değiştirmeleri ile ilgili rüyalar, tartışmalar, dilekler ve kötü niyetli esprilerdir.3

Bu benzerliğin şokuyla başlayan ilişkileri de, bir süre çalkantılı şekilde devam eder. İlk anda birbirlerine ciddi bir küçümseme ile yaklaşan iki karakter, daha sonra bu tavırdan vazgeçer.4  Venedikli, Hoca’ya karşı öfkesini ve nefretini bir süre daha korusa, hatta onun başarısız oldukça “umutsuzluk içinde kıvranışını seyretmekten” hoşlansa da,5 veba korkusuyla Heybeliada’ya kaçtıktan sonra birlikte yaşadığı günlerden aslında keyif aldığını fark eder ve Hoca’yı tutkuyla özlemeye başlar.

Heybeliada’dan kendi evine kaçmasını engelleyen tek neden, Hoca’yı bir türlü unutamaması olur.6 Kendilerini tekrar bir araya getiren veba çalışmalarının ardından çok daha dostane bir ilişkiye sahip olan Hoca ve Venedikli, romanın sonunda birbirlerinden ayrıldıklarında, Venedikli onu sevdiğini artık hiç çekinmeden söyleyebilir hale gelmiştir.7

Romanın ortasında gerçekleşen bu veba çalışmaları, Hoca’nın müneccimbaşı olarak padişaha iyice yakınlaşmasını sağlar. Padişah'ın, hem bu iki karakterin ilişkisine dışarıdan bakan bir göz, hem de, Hoca’nın düşüncelerinin aksine, akıllı bir adam olması, Hoca – Venedikli ilişkisine de daha çok ışık tutar.

Bu ilişkinin en önemli noktalarından bir tanesi, Hoca’nın ne kadar Hoca, Venediklinin ne kadar Venedikli olduğunun anlaşılamaz boyutlara ulaşmış olmasıdır. Veba konusunda yürütülen çalışmanın ödüllerini Hoca alır, ancak bu çalışmanın büyük bölümü Venedikli tarafından yapılmıştır. Venedikli, bu çalışmalardaki emeğine, tedavi önlemlerini aslında kendinin bulmuş olmasına rağmen başarıdan pay sahibi olamadığı için içerlerken8, Padişah kendisine getirilen çalışmaların ne kadarını Hoca’nın, ne kadarını Venediklinin yaptığını anlamaya çalışmakta, karşısında gördüğü insanın ne kadar kendi fikirlerini ve düşüncelerini aktardığını, ne kadar Venediklinin fikirlerine muhtaç olduğunu değerlendirmeye çalışmaktadır.9

Venedikli tarafından zeki ve kurnaz bir adam olarak tanımlanan IV. Mehmet, bu konuyu zaman zaman Venedikli ve Hoca’dan bile daha iyi anladığını hissettirir:

“Kendi kişiliğimin benden ayrılıp Hoca’nınkiyle, Hoca’nın kişiliğinin de benimkiyle biz farkına varmadan birleştiğine, Padişah’ın da bu düşsel yaratığı yerli yerine yerleştirerek bizleri, bizden daha iyi tanıdığına inanasım geliyordu.”10

Padişah'ın bu konu hakkındaki ilgisi, iki karakter arasındaki benlik meselesinin iyice karışmasına neden olan etkenlerden biri haline de gelir. Hoca, kendisinin taklidinin yaptırılmasına sinirlenince, evde oturmaya başlar ve onun yerine saraya Venedikli gidip gelir. Bu noktadan sonra, bugüne kadar evde oturup çalışan Venedikli ile, saray hayatı yaşayan Hoca hayatlarında ilk kez “rollerini” değişmiş olur. Bu durumu tespit eden de, evde kalan Hoca’nın aslında “Venedikli,” yanındaki Venediklinin de artık “Hoca” olduğunu söyleyen Padişah olur11, ancak yalnızca birkaç sayfa sonra, Hoca da kendini zevk ve sefa dolu bir hayata veren, çalışmayı bırakıp kilo alan Venediklinin “çok değiştiğini, artık bambaşka biri olduğunu” ifade eder.12 

Romanın sonunda, seferdeki başarısızlığın ardından iki karakterin artık yalnızca rollerini değil, kimliklerini de tamamen değiştirmeleri, romanın başından beri hissettirilen sonun gerçekleşmesi anlamına gelir.

İki farklı karakter olarak başlayan, daha sonra aralarındaki “sınır” giderek bulanan ve sonunda birbirlerinin kişiliklerini ve hayatlarını alan bu iki karakter, toplumsal Doğu – Batı karşılaştırmasını mümkün kıldıkları kadar, postmodern bir edebiyat oyununun baş aktörleri haline de gelirler.


1s.21
2s.34
s.46, s.94, s.96, s.109, s.126
4s.55
5s.62
6s.98
7s.174
8s.112
9s.128
10s.129
11s.135
12s.139

Romanın merkezinde yer alan en temel konulardan bir tanesi, özellikle Hoca  - Venedikli üzerinden ilerletilen Doğu – Batı karşılaştırmasıdır. Bu karakterler arasında yaşanan etkileşimlerin büyük çoğunluğu, bir şekilde bu temaya bağlanabilir.
 

Doğulu bir karakter olan Hoca, kendisini etrafındaki herkesten daha üstün, daha akıllı ve daha becerikli gören ve Osmanlı Devleti’nin Batı karşısında geride kalmakta olduğunu fark eden bir adamdır. Ancak “onlar”a karşı duyduğu büyük hayranlığa karşın, kendi karakterinin belli “doğulu” yanlarından da kurtulamaz. Hoca ile Venedikli üzerinden ilerleyen Doğu – Batı karşılaştırmasında, zaman zaman bu iki karakter karşı karşıya gelir, zaman zaman da Batılı bir dürtü olarak gösterilen merakları ve bilime karşı ilgileri, toplumdan gördükleri tepkilerle çatışır.
 

Batıyı temsil eden Venedikli ise, Hoca’nın aksine kendi medeniyetinin doğudan daha üstün olduğu inancını taşımaz, Hoca’nın aptal ve ahmak olarak tanımladığı doğulular ile ilgili bu yorumlara da katılmaz.Hatta, doğuluları küçümseyen, onları hor gören bir Batılı karakteri üzerinden kurulabilecek oryantalist bir anlatı yerine, Orhan Pamuk Venediklinin de aslında kendi kültürüne bir uzaklık ve yabancılık duymasını sağlar, Avrupalı elçilerle yakın ilişkide olduğu bir süreçte, Hoca’nın kendilerini bu “budalalara” benzetme çabasından rahatsızlık duyar.2
 



İlginç bir şekilde, romanın doğulu karakteri Hoca, Venedikli'ye göre daha "Oryantalist" tavırlar sergiler.


Sadık Paşa’nın bu iki karakteri bir araya getirirken kullandığı cümle, Doğu – Batı bakış açısından da okunabilir: Paşa, birisi doğudan, öteki batıdan gelen bu iki karakterin, “birbirlerini tamamlamasını” bekler.3
 

İlişkilerinin başında, iki farklı medeniyetten ve yetiştirilme tarzından gelen bu iki karakter birbirlerini küçümser.4 Ancak, fişek gösterisindeki başarılarından sonra Hoca’nın Venedikliyi satın alması, onların birlikte çalışabilecekleri, birlikte yürüyebilecekleri bir ortam yaratılmasını sağlar.5
 

Romanın ilk kısımlarında, Hoca’nın Venedikliye karşı bir çekingenlik yaşadığı da görülür. Duygu ve düşüncelerini Venediklinin onayı olmadan, kendi imkanlarıyla kağıda dökmeyi başaramayan Hoca’nın bu tutumu, Arka Plan bölümünde değindiğimiz gibi, Hegel’in “Köle – Efendi Diyalektiği”nin bir uzantısı olarak okunabilir.
 

Ancak, Orhan Pamuk Hoca’nın Batı karşısında hissettiği acizlik duygusunun da bunda önemli bir rol oynadığını belirtir. Hoca, aslında Venediklinin kişisel görüşleriyle değil, ona “bütün o bilgileri öğreten, kafasının içine o kutuları, o bilgi gözlerini yerleştiren ötekilerin” yani Batılıların görüşlerini öğrenmek ister. Hissettiği duygu da, Venediklinin kendisine değil, Batı’nın bir uzantısı olduğu gerçeğine bağlıdır.6
 

Ancak, bu çalışmalar (başta kendilerini bir araya getirmekle sorumlu olan Paşa olmak üzere) etraftaki insanları oldukça mutsuz eder.7 Merak ve bilim gibi konuları “günah” olarak gören “doğulular”, “onlardan, ötekilerden” gelen bu çalışmalara şüpheyle yaklaşır. Astronomi çalışmaları göğün öte tarafında cehennem olduğu cevabıyla karşılanır8, Gebze’de evlerinin önüne okunmuş bir koyun yüreği bırakılır9, hatta mahalleli gökyüzünü seyreden, merceklerle oynayan hocanın “keçileri kaçırdığını” düşünüp, İstanbul’u kırıp geçiren vebanın onun sorumluluğu olduğunu düşünmeye başlar.10 Tüm bu bağnazlıklar Hoca’yı korkutmak yerine onu daha da hırslandırır ve etrafındaki aptallığa daha çok tepki vermesine yol açar.
 

Veba konusu ilk ortaya çıktığında, Hoca ve Venedikliyi kendi içlerinde karşı karşıya getiren meselelerden bir tanesi olur. Eğitimli bir Avrupalı olarak vebanın bulaşıcı olduğunu bilen ve hastalıktan çok korkan Venedikli, Hoca’yı bu konuda önlemler almak için uyarmaya çalışır. Ancak, Doğulu Hoca hastalığın Allah’ın takdiri olduğunu, kaderde bu hastalığa yakalanıp ölmek varsa hiçbir önlemin bunu değiştiremeyeceğini savunur.11
 

Hastalığın bir türlü durmaması ve Padişah'ın kendisinden yardım istemesiyle bu konuyu ciddiye almaya başlayan Hoca, bundan sonra Venedikliden yardım ister. Hoca ve Venediklinin yaptığı çalışmalar, yalnızca halkın bağnaz kesimi tarafından değil, sarayın “eğitimli” kesimi tarafından da zaman zaman eleştirilir ve hiçbir zaman doğru bir çerçeve içinde değerlendirilmez. Vebanın önünü kesmek için şehirde çeşitli önlemler almak istediklerinde, sarayda hastalığın Allah’ın takdiri olduğunu söyleyip ona karışılmaması gerektiğini savunanlar çıkar.12
 

Çalışmaları desteklendiğinde bile, bu hiçbir zaman Hoca’nın umduğu gibi bilimsel bir yaklaşımla olmaz. Venedikli ve Hoca şehrin her tarafına saldıkları adamlarının getirdiği sayılara göre istatistikler çıkarıp, bunlara göre analitik tahminler yapar, şehri vebadan kurtarmak için bilimsel örnekler alırken, tüm çabaları başarılı bir kehanet olarak görülür. Hoca’nın tüm bilgi birikimi, Padişah tarafından hayvanlarıyla ilgili kehanetler yapması için harcanır ve kendisini bir bilim insanı olarak gören hoca, tamamen batıl inançlara dayalı bir rütbeye, “başmüneccimliğe” getirilir.
 

Bundan sonra da, rasathane kurmak, hayvanlarla ilgili kapsamlı çalışmalar yapmak gibi konular hiçbir zaman gündeme gelmez. Tıpkı romanın başındaki paşa gibi, Padişah'ın ve etrafındakilerin tek ilgilendiği konu, düşmanlara korku saçacak dev bir silah üretme fikri olur.
 

Bu durum, Osmanlı Devleti’nin batılılaşma sürecini de aslında isabetli bir şekilde yansıtmaktadır, zira Osmanlı’da batılılaşma, bilim, sanat, kültür gibi konulardaki ilerlemeler nedeniyle değil, Batı’nın askeri anlamda güçlenmesiyle önemli bir mesele haline gelir. Batılılaşmanın ilk getirildiği kurum da ordu olur.
 

Hoca ve Venedikli, Doğu – Batı arasındaki sanat farkını da gündeme getirirler. Hayvanlarla ilgili yazmaya çalıştıkları kitabı daha anlaşılır hale getirmek için buldukları minyatürcü, yaptığı çalışmalarla onları memnun edemez. Gerçekliğin batıdaki gibi perspektifle, gölgelerle ifade edilebildiği bir ortamda minyatürler onların istediği etkiyi yaratamaz.13
 

111. sayfada Hoca’nın cevabını aradığı sorular ile, 121. Sayfada Padişah'ın etrafındaki insanların tartıştığı meseleler, bu iki yaklaşıma somut örnekler teşkil eder. Hoca, şu soruları sormaya ve cevaplarını bulmaya çalışırken;
 

“Boğazdaki akıntıların sebebi neydi? Karıncaların düzenli hayatlarında öğrenip anlamaya değer ne vardı? Mıknatıs gücünü Allah’tan başka nereden alıyordu? Yıldızların şöyle ya da böyle dönmesinin anlamı neydi?”14
 

Padişah'ın etrafındakiler,
 

“Hayvanların ruhu olabilir mi, hangisinin vardır, hangisi cennete hangisi cehenneme gider, midye dişi midir erkek mi, her sabah çıkan güneş yeni bir güneş midir, yoksa akşam batan eski güneş bir arka yoldan dolanıp sabah öte taraftan gene başını mı çıkarıyor (…)"15 
 

gibi konulara kafa yorarlar.
 

Hoca, sonunda hayatının en büyük amaçlarından birine ulaşıp, “onlar” arasında yaşamaya başladığında, “bu ahmaklardan” kurtulduğunda da16 kendi medeniyetine karşı küçümseyici bakışlarından vazgeçmez. Yıllar sonra Gebze’ye yerleşen Venedikliyi ziyaret eden bir konuğu, Venedikli kılığındaki Hoca’nın “Türkler için çirkin şeyler yazdığını, onların iflah olmayacağını, kurtulmak için Batı’ya boyun eğmesi gerektiğini” söylediğini aktarır.
 

Romanın başında Faruk, elyazmasının ilgilendirdiği kişiler arasında Doğu – Batı meselesiyle ilgilenen gençler olduğunu söylese de, Orhan Pamuk yazdığı sonsözünde Faruk’un kimseyi “kandıramayacağını” ifade eder. Ona göre, Doğu – Batı karşılaştırması bu işin temel amacı veya merkezi kurgusu değil, “birazını vermeye çalıştığı bir kurgu serüveni sırasında yararlanılabilecek bir renk”tir.17
 

Hoca ile Venedikli arasındaki ilişkinin farklı bir açıdan yorumu için, Hoca – Venedikli: Kimlik başlıklı sekmeye göz atabilirsiniz.


1s.119
2s.149
3s.22
4s.24
5s.33
6s.58
7s.38
8s.44
9s.60
10s.84
11s.79
12s.108
13s.52
14s.111
15s.121
16s.136
17s.190

Orhan Pamuk’un yazdığı romanlar, zaman zaman yapılan göndermelerle birbirleriyle aynı “kurgusal dünyada” geçtiklerinin izlenimini verirler.
 

Beyaz Kale, tarihi yapısı nedeniyle yazarın günümüz İstanbul’unu konu alan eserlerinden biraz daha ayrı bir yapıdadır. Ancak, Beyaz Kale romanı olarak okuduğumuz el yazması, Gebze arşivlerinde Sessiz Ev romanının karakterlerinden biri olan tarihçi Faruk tarafından keşfedilir ve bu romanda hayatını kaybeden kız kardeşi Nilgün’e adanır.
 

Bu şekilde Beyaz Kale, Orhan Pamuk’un bir önceki romanı Sessiz Ev ile somut bir şekilde bağdaştırılmış hale gelir.
 

Bu konuyla ilgili daha detaylı bilgi için, Arka Plan bölümünün ilgili maddesine göz atabilirsiniz

canlı bahis siteleri rulet siteleri bahis siteleri yeni giris casino siteleri bahis siteleri free spin veren siteler casino siteleri deneme bonusu bahis siteleri canlı casino siteleri slot siteleri grandpashabet betwoon