Vurun Kahpeye Halide Edib Adıvar

Zaman ve Mekan
Temalar
Kurgu, Dil ve Anlatı Üslubu


Vurun Kahpeye, Kurtuluş Savaşı'nın yaşandığı yıllarda, Anadolu'da geçer. 

Vurun Kahpeye, zaman ve mekan açısından Kurtuluş Savaşı romanlarının pek çok özelliğini yansıtır. Romanda tarihler çok net olarak belirtilmese de, yaşanan olaylar bu romanı Milli Mücadele yılları içine yerleştirmeyi mümkün kılar. Örneğin, Aliye’nin kasabaya gelişinden kısa süre sonra, onun kişiliğinin İzmir’in işgali kadar önemli bir konu haline geldiği ifade edilir.[1]
 
İzmir’in işgali Mayıs 1919’da gerçekleştiğine göre, Aliye’nin bu tarihte kasabada bulunduğu, Yunan işgalinin ilerlediği 1920 – 21 yıllarında burada kaldığı rahatlıkla anlaşılabilir. Romanın sonunda Türkiye’nin taarruza geçerek kasabayı kurtarması da romandaki zamanı daha net görmeyi sağlayabilir. Bu çıkarımların romandaki zaman açısından önemi için, aşağıdaki zaman çizelgesi faydalı olabilir. 
 

Yıl
 
Olay Etki – Atmosfer
1918 - 19 I. Dünya Savaşı’nın Sonu ve Sevr Antlaşması Osmanlı Devleti net bir şekilde yenilmiştir. Sevr Antlaşması’nda ortaya konan maddeler ağırdır, ancak bunlara uymak kaçınılmaz gibi gözükmektedir.
 
Ülkenin farklı yerlerinde, işgal güçlerine karşı düzensiz bir direniş başlar.
Mayıs 1919 İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali İzmir’in Yunanlılar tarafından işgal edilmesi, yenilgiyi ve Sevr Antlaşması’nın zor koşullarını kabul eden vatandaşlar tarafından bile “aşırı” bir olay olarak görülür.
 
Osmanlı’nın en büyük ikinci şehrinin, savaşa gerçek anlamda katılmayan Yunanistan’a verilmesi, büyük bir haksızlık olarak değerlendirilir, ülke içindeki direnişi ayrı bir seviyeye ulaştırır -- Aliye, bu tarihte romandaki kasabaya gelmiş olmalıdır. 
Mayıs 1919 Mustafa Kemal’in Samsun’a gidişi Mustafa Kemal’in Samsun’a gidişi, sık sık işgale karşı direnişin başlangıcı gibi değerlendirilse de, bu tam olarak doğru değildir.
 
Mustafa Kemal, Anadolu’ya Osmanlı Devleti tarafından ordu müfettişi olarak gönderilmiştir. Görevi, Sevr Antlaşması’ndan sonra Osmanlı topraklarını işgal etmesi kararlaştırılan ülkelere “direnen” düzensiz çeteleri, ayaklanan kişileri etkisiz hale getirmektir.
 
Ancak o, bu düzensiz hareketleri bastırmak yerine, bunları düzenli bir direniş hareketi haline getirerek Kurtuluş Savaşı’nın gerçek anlamda başlamasını mümkün kılar.
Ocak – Mart 1921 I. ve II. İnönü Savaşları Eskişehir yakınlarında Yunan ilerleyişini durduran I. ve II. İnönü Savaşları, 1919 – 20 yılları boyunca Anadolu’da örgütlenen düzenli direniş hareketi açısından önemli zaferler olur.
 
Bunlar, askeri anlamda her şeyi bitiren, büyük çaplı savaşlar olmasa da, Anadolu’daki hareketin basit, düzensiz, başarısız olmaya mahkum bir direniş olduğu yönündeki yargıyı ortadan kaldırırlar.
 
İnönü’deki zaferlerden sonra, Ankara merkezli direniş ciddiye alınan bir hareket haline gelir.
Temmuz 1921 Yunan İlerleyişi Yunanlıların Anadolu’daki direniş hareketine somut bir cevap verme amacıyla başlattığı hücum, Türk Ordusu’nu Ankara’nın hemen batısına kadar geri çekilmeye zorlar.
 
Yunan Ordusu, Eskişehir, Kütahya ve Afyon gibi önemli şehirleri ele geçirir.
 
Bu kayıpların yaşandığı süre., Kurtuluş Savaşı’nın en “karamsar” günleri olarak değerlendirilebilir. Askerler hariç pek çok kişinin Ankara’yı bile terk ettiği, kısa süre içinde Ankara’nın düşmesinin beklendiği, Yunan zaferinin yaklaşmakta olduğunun hissedildiği bu dönem, Mustafa Kemal’in ordunun kumandasını şahsen eline alması ile Sakarya Meydan Muharebesi’nde tersine çevrilir.
 
Pek çok insanın Anadolu’daki hareketin yenilgiye uğrayacağını düşündüğü bu dönemin karamsarlığı, Kurtuluş Savaşı’nı konu alan edebi eserlerde de sık sık karşımıza çıkar -- Romanın önemli karakterlerinden Binbaşı Damyanos'un kasabaya gelişi, bu olayla açıklanabilir.
Ağustos – Eylül 1921 Sakarya Meydan Muharebesi Ankara’nın batısındaki Sakarya Nehri etrafında yaşanan bu savaşta, Yunan ilerleyişi durdurulur.
 
Bu zafer, hem psikolojik, hem de askeri olarak savaşın dönüm noktası olur. Sayı ve teçhizat açısından üstün olan Yunan ordusunun Ankara’ya ulaşamaması, onların uzun vadede de bu savaşı kazanamayacağının bir kanıtı olarak görülür.
 
Bu savaştan sonra Türk ordusu, “savunma yapan” taraf olmaktan çıkar ve taarruza geçmek için hazırlıklar yapmaya başlar.
Ağustos 1922 Büyük Taarruz Sakarya Meydan Muharebesi’nden sonra bir sene kadar süren taarruz hazırlıkları tamamlanır ve Yunan ordusu hızlı bir şekilde yenilerek İzmir’e kadar ulaşılan süreç başlar.
 
Bu noktada, artık savaşın kazanılacağı, savaştan sonra merkezin “İstanbul” ve Osmanlı Hanedanı değil, Ankara ve Millet Meclisi olacağı kesinleşmiş durumdadır. -- Romanın sonunda kasabanın Yunan askerlerinden geri alınması, kitabın 1922 yılına kadar devam ettiğini gösterir. 

 
Romanın en önemli unsurlarından bir tanesi hikayenin geçtiği kasaba olsa da, burası bir “mekan”dan çok yaratılan atmosfer açısından önemlidir. Zira Halide Edip bu kasabada yaşanan olayları gündeme koymasına karşın, kasabanın ismini roman içinde hiçbir zaman ifade etmez.
 
Şehirli, eğitimli, aydın bir karakter olan Aliye, Kurtuluş Savaşı romanlarının pek çoğunda karşımıza çıkan belli çatışmaları yaşar. Kendi hayat tarzı kasabadaki insanlardan çok farklı olan Aliye, bu nedenle sık sık Hacı Fettah gibi tutucu karakterlerle karşı karşıya getirilir. Bu “şehir – taşra” çatışmasında Aliye’nin yanında yer alan karakterlerde bile, bu farklılıklar belli ölçüde görülebilir.
 
Örneğin, Aliye’yi evlerinde misafir eden Ömer Efendi ve Gülsüm Hala, onun hatırı için yerde, sinide yemek yemekten vazgeçmiş, onunla birlikte masada yemeye başlamıştır.[2] Aynı şekilde, Tosun Bey Aliye’nin okulundaki tutucu öğretmen Hatice Hanım’a karşı Aliye’yi savunurken, “çocukları İstanbul usulü güzelce okutan herhangi hoca hanıma birisi yan bakarsa”[3] onu koruyacağını ifade eder.  Tosun Bey’in buradaki ifadesi tamamen olumlu bir anlamla kullanılsa da, “İstanbul Usulü” eğitimin tamamen farklı bir şey olarak dile getirilmesi bile, şehirle taşra arasındaki farkı gözler önüne serer.
 
Çok ufak detaylar gibi gözüken bu cümleler, aslında daha büyük temaların uzantıları olarak değerlendirilebilir. Aliye’nin yerel geleneklere karşı batılı, “modern” alışkanlıkları kazandırma çabası, Kurtuluş Savaşı yıllarında Anadolu’ya geçen aydınların üstlendiği “aydınlatma” projesinin farklı boyutlarıdır. Romanın ana karakterinin metin boyunca tekrarladığı yemin de, bu “projenin” bir göstergesi olarak görülebilir – Aliye, kasaba halkı ve çocukları için bir ışık olacağını sürekli tekrarlarken, bir anlamda bu düşünce tarzını da gündeme getirir.
 
[1] s. 35
[2] s. 33
[3] s. 47
Vurun Kahpeye’de karşımıza çıkan temaların pek çoğu, romanın konu aldığı dönemin en önemli olayı Kurtuluş Savaşı etrafında şekillenir. Ancak alttaki başlıklarda da görebileceğiniz gibi, Halide Edip’in değindiği konuların bazıları, Türk Edebiyatı’nda Milli Mücadele’den bağımsız olarak da karşımıza çıkmaya devam edecektir.
 

Vurun Kahpeye, Milli Mücadele yıllarını anlatan en tanınmış romanlardan bir tanesidir. Bu dönemi kişisel olarak yaşayan ve Kurtuluş Savaşı yıllarında “Halide Onbaşı” olarak tanınan Halide Edip, bu romanında Milli Mücadele’yi merkeze koyar.
 
Anadolu’da öğretmenlik yapan ve ilk gününden itibaren Yunan işgaline karşı savaşanları destekleyen İstanbullu, eğitimli, aydın bir karakter olan Aliye, roman boyunca Yunanlardan çok kendi toplumu içinde Kurtuluş Savaşı’na karşı çıkanlarla, örneğin gericilerle ve kendi çıkarları için “vatanı satmaya” hazır olanlarla mücadele eder.[1]
 
Aliye, kendi kısıtlı imkanları içinde öğrencilerine vatan sevgisi aşılamaya çalışırken, ellerinde bayraklarla sokakta marşlar söyletirken, kasabanın ileri gelenlerinden Hacı Fettah şu cümleleri kurar:
 
Bıyıksızları, gavurlar gibi yakalık takanları, din düşmanı olanları istemeyiniz! Onlar ki ellerine kudret geçer geçmez mukaddesatı çiğner, kadınlarımızın örtülerini kaldırır, sünnet ve farzı inkar ederler. Onları istemeyiniz! Ey ahali onların kanı kafirlerin kanı gibi helaldir.[2]
 
Özellikle Hacı Fettah ve Uzun Hüseyin Efendi gibi karakterler üzerinden ilerletilen bu çatışma, tipik Kurtuluş Savaşı romanlarında gördüğümüz şemaya da büyük ölçüde uyar. Bu konuyu değerlendirmenin en iyi yolu, romanın karakterlerinin üstlendiği işlevi, temsil ettiği fikirleri anlamak ve bunları birbirleriyle karşılaştırmak olacaktır.
 
Bunun için, Önemli Karakterler bölümünü ve buradaki şemayı kullanabilirsiniz.
 
[1] s. 36, 37
[2] s. 37
Hacı Fettah’ın temsil ettiği dini yaklaşım, romanda Aliye’nin ve Milli Mücadele’nin karşısına yerleştirilen en temel unsurlardan bir tanesidir. Bu nedenle, Halide Edip karşı olduğu şeyin din olmadığını, yalnızca dini kötü niyetli olarak kullanan insanları eleştirmeye çalıştığını net bir şekilde ortaya koymaya çalışır. Yazarın bu çabası, dini ve dine yaklaşımını eserin önemli temalarından biri haline getirir.
 
Romanın altıncı bölümü, “Mevlit ve Ferdası”, bu çabanın somut bir örneği olarak gösterilebilir. Yazar, romanın ana karakterlerin yaşadıklarını kısa bir süreliğine bölerek, Aliye’nin Latif Ağa’nın şehit düşen iki oğlu için düzenlenen mevlitte hissettiklerini merkeze koyar. İstanbul’dan gelen ihtiyar bir dede önderliğinde düzenlenen mevlit anlatısında, anlatıcı “minarenin ezeli teranesi (nağmesi), camiin hülyalı ve hafif nurları, buhurdanlardan çıkan mukaddes ve bayıltıcı kokular”dan, “bütün bu güzel ibadet dünyasından” detaylı bir şekilde bahseder.[1]
 
Bu cümleler, bir bütün olarak, Hacı Fettah’ın temsil ettiği “yanlış din”in karşısına konulabilecek doğrular, dinin nasıl yaşanması gerektiği konusunda yazarın getirdiği yorumlar olarak okunabilir.
  
Aliye’de yalnızca güzel ve ilahi duygular uyandıran bu anlatı, Halide Edip’in dine karşı herhangi bir tepkisi olmadığını, yazdıklarının yalnızca dini gösteriş için yaşayıp, bu temele dayanarak her türlü değişikliğe karşı çıkanları eleştirme amacı taşıdığını gösterir.

Aynı duruma bir başka somut örnek, Tosun Bey’in Aliye’nin çalıştığı okuldaki diğer öğretmenlerden Hatice Hanım ile yaptığı şu konuşmadır:
 
- Muallime Hanım, namus kadının yüzünü açıp açmamasında değildir. Din de peçe demek değildir. Öyle kapalı kadınlar vardır ki kapı arkasından her türlü rezaleti yaparlar. Onun için yeni Hoca Hanım’a yüzü açık diye kasabanın hücuma hiç hakkı yoktur.[2]

Yazarın dinin kendisini Hacı Fettah’ın dini yaklaşımından ayırarak eleştirmesinin belki de en somut örneği için, Alıntılar bölümünün üçüncü örneğine göz atabilirsiniz.
 
[1] s. 73
[2] s. 47


Kadınların toplum içindeki durumu, Halide Edib'in eserlerinde sık sık değindiği bir konudur. 

1910’ların sonu ve 1920’lerin başında geçen, merkezine tek başına, kalacak bir yeri bile olmadığı takdirde Anadolu’ya gidip burada öğretmenlik yapan genç bir kadını yerleştiren Vurun Kahpeye’nin önemli temalarından bir tanesi de Osmanlı Devleti’nin son yıllarında Anadolu’da kadınların durumudur. Romanın yalnızca başlığı ve olay örgüsü düşünüldüğünde bile, bu olayların erkek bir karakterin başına gelmesinin neredeyse imkansız olduğu rahatlıkla görülebilir.
 
Vurun Kahpeye’den oldukça farklı bir atmosferi yansıtsa da, Milli Mücadele yıllarında yayımlanan ve yine  Anadolu’ya giden genç bir kadın karakteri konu alan önemli bir roman için, Çalıkuşu romanına göz atabilirsiniz.
 
Kasabaya gelişi bile şaşkınlıkla karşılanan Aliye’nin, romanda ilk yaptığı gözlemlerden bir tanesi okuldaki kız öğrenciler ile ilgili olur. Kızların “acınacak ve silik” bir halde oluşu, romanın ana karakterinde daha ilk günlerden bir üzüntü kaynağı haline gelir. Erkek öğrenciler, herhangi bir sebebe ihtiyaç duymadan, fırsat buldukça kızların saçını çekip onları döver.[1]
 
Romanda Aliye karakterinin enteresan bir boyutu, onu kızı gibi gören Ömer Efendi ve ondan nefret eden Hacı Fettah haricinde, ismi geçen tüm erkek karakterlerin bir şekilde kendisine aşık olmasıdır. Bu durum Aliye’nin fiziksel güzelliği ile açıklanabileceği gibi, onun kendine güveni, iradesi ve kimsenin karşısında boyun eğmemesi ile de açıklanabilir. Zira hem Yüzbaşı Tosun Bey, hem Yunan Binbaşı Damyanos, hem de Uzun Hüseyin Efendi, Aliye’yi ilk olarak kendilerine “karşı” olan bir kadın olarak görür ve onun bu kararlı duruşundan etkilenirler. Feminist bir okuma ile, romandaki tüm karakterlerin Aliye ile evlenme isteği, buna alışık olmayan bir toplumdaki erkeklerin “kendilerine karşı çıkan kadını” kontrol altına alma çabası olduğu iddia edilebilir.
 
Bu iddianın desteklenmesi güç gibi gözüken taraflarından bir tanesi, romanın “iyi” karakterlerinden Yüzbaşı Tosun Bey’i de kapsıyor olmasıdır. Her ne kadar bütün benliğini Milli Mücadele’ye adamış, zeki ve eğitimli bir adam olarak Tosun Bey romandaki diğer karakterlerden ayrılsa da, Aliye’nin romanın sonunda linç edilmesinin sorumlularından birinin de o olduğuna dikkat edilmelidir.
 
Tosun’un görevini yapmak yerine “nefsine yenik düşerek” Aliye’nin odasına gelmesi, onunla birlikte olur olmaz da bu yaptığından pişman olması, Aliye’nin Tosun için kendisini feda etme sürecini başlatır. Bir erkeğin nefsine hakim olamamasıyla başlayan sürecin, ancak Aliye’nin vahşice linç edilmesiyle sona ermesi, romanda bu temanın başka bir boyutu olarak okunabilir.
 
Ancak elbette, Aliye’nin linç edilmesinin “sorumlusunun” Tosun olduğu söylenemez. Aliye, kasabanın önde gelenleri tarafından, Türk ordusu gelmeden önce, kasabanın “namusunu temizlemek” amacıyla öldürülür. Türk ordusuna, yani kendi ordularına başından beri karşı çıkanların, Yunan kumandanla her gece eğlenip içki içenlerin, kendi çıkarları için tüm değerleri hiçe sayanların bulunduğu bir ortamda, kasabanın namusu olarak Yunan askerlerle birlikte olduğu varsayılan kadınların linç edilmesi, bu konu altındaki asıl toplumsal meseleyi gözler önüne serer.
 
Vurun Kahpeye’nin trajik sonu, kadınların “namus” sebebiyle hunharca öldürülmesini konu aldığından, romanın en büyük mesajlarından birinin de bu konuyla ilgili olduğu rahatlıkla ifade edilebilir.
 
[1] s. 27
 

Vurun Kahpeye’nin klasik roman yapısından ayrılmayan bir eserdir. On üç bölümden oluşan roman, olayları kronolojik olarak sunar.
 
Romanın merkezinde Aliye olsa da, Halide Edip romandaki tüm karakterlerin iç dünyasına, duygu ve düşüncelerine hakim olan bir üçüncü şahıs anlatıcı kullanır. Bu doğrultuda, romanın akışını ilerletmek için yeri geldiğinde Yüzbaşı Tosun’un, Binbaşı Damyanos’un, Hacı Fettah ve Uzun Hüseyin Efendi’nin bakış açıları da kullanılır.
 
Romanda kullanılan dilin, Halide Edip’in genel edebiyat anlayışına büyük ölçüde uyduğu söylenebilir. Milli Edebiyat akımı içinde yer alan bir yazar olan Halide Edip, edebiyatta sade, temiz bir dil kullanmaya çalışır. Bu akımın, Türkçeyi özellikle Arapça ve Farsça kökenli kelimelerden arındırma yönünde bir çabası olması, 1923 yılında yayımlanan Vurun Kahpeye’nin bugün bile fazla zorlanmadan okunabilmesini sağlar.
 
Bununla birlikte, romanın günümüzden neredeyse bir yüzyıl önce yazılmış olduğu ve bu nedenle belli eskimiş kelime ve ifadeleri içerdiği de dikkate alınmalıdır. Güncel baskıların bu tarz kelimeleri açıklaması, okumayı kolaylaştıran bir unsur olarak gösterilebilir.
canlı bahis siteleri rulet siteleri bahis siteleri yeni giris casino siteleri bahis siteleri free spin veren siteler casino siteleri deneme bonusu bahis siteleri canlı casino siteleri slot siteleri grandpashabet betwoon