Yaban Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Zaman ve Mekan
Aydın – Köylü
Kurtuluş Savaşı
Kurgu, Dil ve Anlatı Üslubu

 
Toplumsal bir roman olarak tanımlayabileceğimiz Yaban’daki en önemli unsurun romanın geçtiği zaman ve mekan olduğu ifade edilebilir.
 
Ahmet Celal, bizim Yaban romanı olarak okuduğumuz metni Kurtuluş Savaşı’nın başlamasından bir süre sonra, kendisinin köye gelişinden yaklaşık yedi veya sekiz ay sonra yazmaya başlar.[1] Bu süre zarfında, 1921 yılının Ocak ayında yapılan  1. İnönü Savaşı kazanılmıştır.[2] İlerleyen bölümlerde 2. İnönü zaferinin (Mart 1921) haberi gelir,  Yunan taarruzunun (Temmuz 1921) etkileri hissedilir ve Sakarya Meydan Muharebesi’nin ardından roman sona erer. Romanın son sayfalarında, Ahmet Celal bu köyde “iki – üç yıllık bir zaman” geçirdiğini ifade eder.[3]
 
Bu nedenle, romanın ağırlıklı olarak 1921 yılında geçtiği, Kurtuluş Savaşı’nın en şiddetli dönemini konu aldığı ifade edilebilir. Bu muharebelerin Kurtuluş Savaşı kronolojisi içindeki yerlerini ve Milli Mücadele açısından ne ifade ettiklerini Arka Plan bölümünden daha detaylı olarak okuyabilirsiniz. Yaban açısından daha ilginç olan, bu gelişmelerin Ahmet Celal’e ve romanın atmosferine nasıl yansıdığını ifade etmek olacaktır.
 
1921 yılının ilk aylarında kazanılan İnönü Savaşları, bu mücadeleyi başından beri destekleyen Ahmet Celal’i son derece mutlu eden gelişmeler olur.[4] Yunan ordusuna karşı bu iki zaferin kazanılması, Milli Mücadele’yi umutsuz bir direniş olmaktan çıkarıp, ciddiye alınması gereken bir hareket haline getirir. Yunan ordusunun Temmuz 1921’de başlattığı ve Eskişehir, Afyon, Kütahya gibi bölgeleri süratle ele geçirdiği süreç, Kurtuluş Savaşı ile ilgili pek çok romanda olduğu gibi, burada da bir umutsuzlukla anılır. Ahmet Celal, bir an için Ankara’nın düşmüş, her şeyin kaybedilmiş olabileceğini bile düşünür.
 
Yakup Kadri’nin Yunan ilerleyişi sırasında yaşananları Kurtuluş Savaşı’nın merkezinden gösterdiği bir eser için, yazarın Ankara romanına göz atabilirsiniz.
 
Ahmet Celal’in bu noktaya kadar yaşadıkları, Kurtuluş Savaşı’nı destekleyen insanların genel psikolojileri ile paralel bir şekilde ilerler. Ancak bu mücadelenin “dönüm noktası” olarak tanımlayabileceğimiz Sakarya Meydan Muharebesi, onun açısından o kadar iyimser bir olay değildir. Ankara’ya doğru ilerledikleri dönemde de Ahmet Celal’in bulunduğu köye gelen, burada oldukça keyifli gözüken ve fazla sorun çıkarmadan giden Yunan ordusu, geri çekilirken köye geri döner. Fakat bu sefer, bozguna uğramış olmanın da verdiği öfkeyle, sadece eğlenmek için insanları öldürecek kadar ileri gider ve bütün bir köyü yakıp yıkarlar.
 
Yaban’ın önemli özelliklerinden bir tanesi, de, savaşı kaybedecekleri anlaşıldıktan sonra Yunan ordusunun yaptıklarını, bu geri çekilmenin yerel halk üzerinde nasıl bir etkiye sahip olduğunu göstermesidir. 

 
Romanın ana mekanı olan köyün, hangi köy olduğu ve tam olarak nerede yer aldığı romanda açık bir şekilde belirtilmez. Ahmet Celal, köyün Porsuk Çayı’na yakın[5] ve bölgedeki önemli yerleşim birimlerinden Sivrihisar’ın civarında olduğunu[6] ifade eder. Yukarıdaki haritada, bu bölgenin aşağı yukarı neresi olabileceğini görebilirsiniz.
 
Her ihtimalde, romandaki mekanın kullanımıyla ilgili asıl önemli olan, buranın “tam olarak” neresi olduğu değil, romandaki ana karaktere nasıl bir his yaşattığıdır. İstanbul’da büyümüş bir aydın olan Ahmet Celal, burada kendisi ile yerel halk arasında büyük bir uçurum olduğunu hisseder ve kurtarılmaya çalışılan bu toprakların aslında kendisine bir “gurbet” yeri gibi geldiğini itiraf eder.[7]
 
Aşağıdaki alıntı, romanın ana karakteri ile mekanı arasındaki ilişkiyi somut bir şekilde gösterir:
 
Bu ıssız, engin Anadolu bozkırının ortasında bir ikinci Robinson Crusoe oldum. Oturduğum evin bir ıssız adadan farkı yok.[8]
 
[1] s. 28
[2] s. 120
[3] s. 22 - 23
[4] s. 108
[5] s. 33
[6] s. 39
[7] s. 197
[8] s. 96

Toplumsal konulara değinen romanlar, çok basit bir genelleme ile, ikiye ayrılabilir: Tek bir toplumsal konuya odaklananlar ve birden fazla toplumsal konuyu merkeze koyanlar.
 
Yaban, bu kategorilerden ilkine yerleştirilebilir. Yandaki sekmelerde de görebileceğiniz gibi, romanda değinilen başka toplumsal konular da vardır, ancak bunların hepsi bir şekilde en merkezi temaya, Türk aydını ile Türk köylüsü arasındaki büyük farka bağlanır.
 
İstanbul’da yetişmiş, eğitimli, Batılılaşmış bir adam olan Ahmet Celal, Anadolu’nun ortasındaki bu köyde kendini tamamen yalnız hisseder.[1] Köylüler, ilk günlerde onu devlet tarafından gönderilmiş bir memur zannettikleri için, sonra da yalnızca bir “yaban” olduğu için ondan uzak durmayı tercih ederler.[2] Yaşam tarzları, önem verdikleri konular ve günlük hayatın her boyutunda, bu iki insan tipi birbirinden tamamen ayrılır.
 
Köylüler, onu kendilerinden tamamen ayrı biri gibi görürken, başlarda onların kendisiyle aynı ırkı paylaştığını, aralarında o kadar büyük bir fark olmadığını düşünen Ahmet Celal de, sayfalar ilerledikçe durumu kabullenir. Örneğin, köyü ziyaret eden Şeyh Yusuf’un, kendisini düşünmeden öldürmek isteyecek bir İngiliz subayından farkı olmadığını[3] ve “memleketi”ne düşman girdiği için, buraya istemeden gediğini[4] açıkça itiraf etmeye, I. Dünya Savaşı’nda kolunu kimler için kaybettiğini sorgulamaya başlar.
 
Bu konu romanın merkezindeki temel mesele olduğu için, burada baştan sona irdelemek mümkün olmasa da, buradaki görseller iki tarafın birbirinden farkını daha hızlı bir şekilde görmeyi sağlayabilir. Yandaki sekmede göreceğiniz “Kurtuluş Savaşı” ve aşağıda daha detaylı olarak okuyabileceğiniz “Türk Aydınının Sorumlulukları” başlıklı bölümler de, bu konuyla yakından ilgilidir.
 
Romanda merkeze konulan çatışma, Türk aydını ile Türk köylüsü arasında olsa da, Yakup Kadri’nin bu çatışmayı objektif bir şekilde, iki tarafın da bakış açısını göstererek ele aldığı söylenemez. Yazar bakış açısını ana karakteri Ahmet Celal’inki ile bir tutar ve roman boyunca köylülerin yaşam tarzını eleştirir.
 
Bu durum, özellikle romanın yayımlandığı yıllarda ciddi eleştiriler almasına sebep olur. Romanı eleştirenler, köylüleri bu şekilde anlatmanın, Türk köylüsünü aşağılayan, hor gören ve ötekileştiren bir tavır olduğunu savunur.
 
Yakup Kadri ise, romanı ikinci basıma girmeden önce bu eleştirilere bir cevap yazar ve romanda asıl eleştirisinin Türk köylüsüne değil, Türk köylüsünün bu halde yaşamasına izin veren aydınlara getirildiğini, bunu da roman içinde açık bir şekilde ifade ettiğini söyler.
 
Örneğin, Anadolu halkının kötü yanlarından uzun uzadıya bahsettiği 110. sayfadan sonra, Yakup Kadri şunları yazar:
 
Bunun nedeni, Türk aydını, gene sensin! Bu viran ülke ve yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun.
 
Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı, aydınlatamadın. Bir vücudu vardı, besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın.[1]
 
Benzer ifadeler, 183. sayfanın sonunda da tekrarlanır, Ahmet Celal, tüm yaşananlara rağmen kendisinin bu insanları “affettiğini”, onların “ne yaptıklarını bilmediklerini” ve her şeyden yalnızca Türk aydınının sorumluluğunda olduğunu söyler.
 
Yine de, Yakup Kadri’nin bu cümleleri eleştirileri tamamen ortadan kaldırmaz. Yazarın Türk köylüsünün bu kötü durumunu dile getirirken asıl sorumluluğu Türk aydınına yüklemesi, köylülerin aydınlatılmaya, kurtartılmaya, aydınlar tarafından eğitilmeye muhtaç, kendi başlarına nasıl yaşamaları gerektiğini bilmeyen bir grup olduğu mesajını taşır.
 
Gerçekten de, roman boyunca Yakup Kadri Türk aydını ve köylüsünü her zaman “biz – onlar” şeklinde özetlenebilecek bir ikileme yerleştirir ve aydınlara hep bir “eğitme”, “medenileştirme” rolü yükler. Onları suçlaması da, aydınların bu rolde başarısız olduğuna inanmasından kaynaklanır.
 
Bunun neden eleştirilere sebep olduğunu anlamak için, tarihi bir bilgi faydalı olabilir. 20. yüzyıla kadar Afrika ve Asya’da pek çok bölgeyi sömürgeleştiren Batı Avrupa ülkeleri, bu durumu medeniyet kavramı üzerinden savunmuştur. Bu bölgelerin hammaddelerini ve insan gücünü kullanıp, büyük maddi kazançlar elde eden sömürgeci ülkeler, burada yaşayanları “vahşi”, medeniyetten uzak insanlar olarak resmetmiş, kendi kültürlerinin belli boyutlarını yayarak bu bölgeleri “modernleştirdiklerini” savunmuştur.
 
Bu açıdan, Yakup Kadri’nin “Çünkü, sizi evvela sizden, kendinizden kurtarmak lazımdır.”[2] gibi cümleler kurması, Yaban’ın farklı görüşteki eleştirmenler tarafından beğenilmemesinin de temel sebebi olarak gösterilebilir.  
 
[1] s. 110 - 111
[2] s. 151
 
 
[1] s. 19
[2] s. 20
[3] s. 48
[4] s. 120


Bu bölümü okumadan önce, yandaki “Aydın – Köylü” sekmesini okumanızı tavsiye ederiz.
 
Türk Edebiyatı’nda Kurtuluş Savaşı ile özdeşleşen yazarlardan bir tanesi Yakup Kadri’dir. Arka Plan bölümünde daha detaylı okuyabileceğiniz gibi, bu roman da pek çok açıdan bir Kurtuluş Savaşı romanı olarak değerlendirilebilir.
 
Bununla birlikte, Yakup Kadri’nin bu sorunu yine romanın merkezi teması olan “Aydın – Köylü” ikilemi etrafında ele aldığı da belirtilmelidir. Yazar, Kurtuluş Savaşı’ndan bahsederken bu savaş için yapılan fedakarlıkları, kağnılarla cepheye mermi taşınması gibi büyük zorlukları dile getirir.[1] Ancak Yaban’ın Kurtuluş Savaşı ile ilgili gösterdiği “asıl” gerçek, yerel halkın bu savaşa yaklaşımı ile ilgilidir.
 
Romanın ana karakteri Ahmet Celal, hiçbir konuda anlaşamadığı köylülerle Kurtuluş Savaşı konusunda da anlaşamaz. O, Milli Mücadele’yi ve Mustafa Kemal’i şiddetle desteklerken, köylüler bu konuyu fazla ciddiye almaz. Onlar için işin en önemli boyutu düşmanın ve savaşın kendilerine dokunmaması, kimsenin onları tekrar askere almamasıdır.[2]
 
Yunan uçakları köyün üzerinden düzenli olarak geçmeye başladığında, köy halkı içinde bunu memnuniyetle karşılayanlar bile olur. Zira uçaklardan beri, tarlalara gelip buradaki ekinleri yiyen kargaların sayısında büyük bir azalma olmuştur.[3] Bekir Çavuş, savaşın Anadolu’nun içlerine kadar gelmesini şu sözlerle eleştirir:
 
Düşman, tee İzmir’de idi, sağdan sataştılar, soldan sataştılar. Herife rahat vermediler. Buralara kadar gelmesine sebep oldular. Ne diyeyim bilmem ki, Allah sebep olanları…[4]
 
Köy halkıyla bu ve benzeri cümleler nedeniyle sık sık tartışan Ahmet Celal’i en çok sinirlendiren şeylerden bir tanesi de asker kaçakları olur. Önce Süleyman’ın karısı Cennet’in birlikte yakalandığı asker kaçağını, daha sonra da cepheden kaçan kişileri gören Ahmet Celal, en sert tepkileri ülkeleri için savaşmayan bu insanlara karşı verir.
 
Kurtuluş Savaşı’nı dönemin “aydın – köylü” çatışması etrafında ele alan Yaban, bugün tarihimizin en kutsal olaylarından biri olarak görülen bu sürecin, yaşandığı yıllarda bölge halkı tarafından tam olarak desteklenmediğini de gözler önüne sermiş olur. Yerel halka karşı ciddi bir eleştiri getiren roman günümüzde Kurtuluş Savaşı’nı anlamak için önemli bir kaynak olarak hala okunmaktadır.  
 
[1] s. 76
[2] s. 26-27, s. 150
[3] s. 150
[4] s. 152

Yaban, kurmaca açısından bakıldığında, Ahmet Celal’in Anadolu’da kaldığı süre boyunca defterine yazdığı anılardan ve aldığı notlardan oluşur. Yakup Kadri olayları Ahmet Celal’in gözünden, birinci şahıs anlatıcı kullanarak aktardığı için, iç dünyasına hakim olduğumuz, duygularını ve düşüncelerini gördüğümüz tek karakter de o olur. Kurgu konusundaki bu tercih, Anadolu’da “yalnız” kalan bir aydın olarak Ahmet Celal’in yaşadıklarını da daha iyi değerlendirmeyi mümkün kılar.
 
Ahmet Celal’in bunları doğrudan “anlatmaması”, birileri tarafından okunabileceği düşüncesiyle defterine yazması dışında, roman birinci şahıs anlatıcı ile sunulan geleneksel yapıda bir eser olarak tanımlanabilir. Eserin doğrudan “anlatılan” değil, “yazılan” bir metin olarak sunulması anlatı üzerinde fazla etkili olmaz, yazar bu konuyu Ahmet Celal’in “bahsetmeyi unutmuş olduğu” bir iki detay dışında fazla gündeme getirmez.
 
Yakup Kadri’nin romanının merkezindeki şey toplumsal bir mesele olduğundan, yazar bu tarz kitapların çoğunda olduğu gibi sade ve akıcı bir üslup kullanır. Romanın kurgusunda ve dilinde okuyucuyu zorlayabilecek, anlatılmak istenen konunun ve verilmek istenen mesajın önüne geçebilecek herhangi bir şey bulunmaz.

Yakup Kadri, Milli Edebiyat görüşünü benimseyen bir yazar olarak sade, bu dönemde hala kullanılan Arapça ve Farsça kökenli kelime ve kavramlardan uzak bir dil kullanır. Ancak romanın her şeye rağmen 1930’lu yıllarda yazıldığı ve buna bağlı olarak günümüzde eskimiş bazı ifadeler içerebileceği unutulmamalıdır. 
 
canlı bahis siteleri rulet siteleri bahis siteleri yeni giris casino siteleri bahis siteleri free spin veren siteler casino siteleri deneme bonusu bahis siteleri canlı casino siteleri slot siteleri grandpashabet betwoon